Cahit Uçuk Hekimhan.NET Nis 16, 2014 Genel, Güncel, Haber, Hekimhan, Manşet Cahit UÇUK, 1909 yılında Selanik’te doğdu. Meclis-i Mebusan’da Siverek milletvekilliği, Cumhuriyet döneminde ise kaymakamlık yapan İbrahim Vehbi Bey’in büyük kızı olan Cahit UÇUK, ailesiyle Anadolu ilçelerinde dolaşırken kesintiye uğrayan öğrenim dönemlerini, evinde özel olarak tamamladı ve yazarlık kariyerine 1935 yılında başladı. Çocuk edebiyatımıza kazandırdığı eserleri yanında hikâye ve romanlarında yurdun gündelik yaşamından tatlı bir dille kesitler sunan, gerçekçilik akımını destekleyen UÇUK’un Türk İkizleri adlı çocuk kitabı, dünyanın ünlü çocuk klasikleri “İkizler” serisinin 28. kitabı olarak yayınlanmış, İngilizce’den Japonca’ya dek birçok dile çevrilmiş ve 1958’de Uluslararası Çocuk Kitapları Birliği’nin Hans Christian Andersen Yarışması’nda Şeref Armağanını kazanmıştır. Başlıca Yapıtları: Küçük Ev, Kanlı Düğün, Siyah Dantelli Şemsiye, Uçan Su, Değirmentaşı, Hep Yarın, Güneş Kokusu, Kirazlı Pınar, Sürü Çıngırakları (roman), Cennet Bahçesi, Işıklı Pencere, Kurtların Saygısı, Değişen Sensin, Altın Pabuçlar (öykü), Türk İkizleri, İran İkizleri, Gümüş Kanat, Yalçın Kayalar, Mavi Ok, Kırmızı Mantarlar, Üç Masal, Ateş Gözlü Dev, Cepteki Yavrular, Kurnaz Çoban, Herte Verte Pitte, Eve Giren Güneş, Açılan Pencereler, Esrarengiz Yalı, Mavi Derinliklerdeki Sır, Sırrını Vermeyen Tabak (çocuk roman ve öyküleri) Yaşamak İstiyoruz, Gök Korsan, Bileziklerin Sesi (oyun), Bir İmparatorluk Çökerken (anı, 1995, YKY), Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar (anı, 2003, YKY) Editörün Notu : Cahit UÇUK, babası İbrahim Vehbi Bey’in,Hekimhan’ın 23 Haziran 1921 yılında ilçe yapılmasıyla beraber ilçeye tayin edilen ilk kaymakam olması sonucu 1925 yılı Eylül ayına kadar Hekimhan’da kalmıştır. Kendi deyimiyle ‘Yaşamının en güzel’ üçbuçuk yılını Hekimhan’da geçiren Cahit UÇUK, bu günlerine BİR İMPARATORLUK ÇÖKERKEN ve SİLSİLENAME I ismini taşıyan Yaşantı ve Anı kitaplarında da yer vermiştir. Yazarın ” BİR İMPARATORLUK ÇÖKERKEN ” isimli kitabının 378 – 425. sayfaları arasında yeralan Hekimhan ile ilgili anılarını sizlere ulaştırarak, Cumhuriyetin ilk yıllarının Hekimhan’ında yaşanılan hayat hakkında bilgi sahibi olmanızı istedik. Bu süreçte kitabın ilgili bölümlerini bilgisayara aktaran sevgili dostumuz, sitemizin haber bürosu sahibi Y. Cahid ÇAVDAR‘a teşekkür ediyoruz. Bunun yanısıra bizi Cahit UÇUK ve hayatı hakkında bilgilendiren ve okuduğunuz araştırmayı hazırlamamıza önayak olan Malatyalı araştırmacı Celal YALVAÇ beye şükranlarımızı sunuyoruz ve kendisinin Cahit Hanım ve Hekimhan hakkında yakın tarihlerde çıkmış bir yazısını yayınlamayı bir borç biliyoruz. Hekimhan ve Hekimhanlı’lardan Bir Beklenti Şu anda karargahı şehrimizde bulunan İkinci Ordu’ya da kumandanlık etmiş olan ve Elcezire Cephesi Kumandanı iken 1920 yılının Temmuz ayı içinde Hekimhan’ın Hasançelebi kasabasına komşu Akgedik hudutları içinde, Halil Rıfat Paşa Köprüsü’ne takriben üç-üçbuçuk kilometre mesafede ailesi ve korumaları ile birlikte eşkıyaca soyulan Mirliva Nihat (Anılmış) Paşa’nın muhatap kaldığı bu soygunla ilgili geniş çaplı bir araştırma yaparken karşıma, roman ve anılarıyla meşhur kadın yazarlarımızdan Cahit UÇUK hanımefendi çıktı. Cahit UÇUK hanımın babası İbrahim Vehbi Bey, olaydan bir yıl kadar sonra ilçe yapılan Hekimhan’a kaymakam olarak tayin olunmuş; 1925 yılı Eylül ayına kadar Hekimhan Kaymakamlığını yapmış, bu arada kısa bir müddet de Malatya Vali Yardımcılığı görevini yürütmüştür. Yaşamının en güzel üçbuçuk yılını Hekimhan’da geçiren Cahit Uçuk hanım, bugün 95 yaşında olup İstanbul Arnavutköy’deki yalısında ikamet etmektedir. Soygun olayının tazeliğini muhafaza ettiği günlerde, soygunun elebaşılarından olup olaydan bir ay sonra, Cüzüngüt/Güzelyurt’ta şaibeli bir ölüm veya öldürülme olayı ile ölü olarak ele geçirilen Fevzi’nin annesi Ayşe Hanımla tanışmış, Cüzüngüt’e yaz tatiline gidişte onunla dost olmuş; onun anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş, sonra bu olayı, -DEĞİRMEN TAŞI- isimli romanına konu etmiştir. Diğer bazı romanlarında da hep Hekimhan ve çevresini konu olarak ele alıp işlemiş, Hekimhan’ın yaşamındaki önemini her vesile ile ortaya koymuştur. -BİR İMPARATORLUK ÇÖKERKEN- ve -SİLSİLENAME I- ismini taşıyan Yaşantı ve Anı kitaplarında Hekimhan’dan hep övgü ile bahsetmiş; özlemini, sevgisi açık ve samimi bir şekilde dile getirmiştir. Bu sevgisini: “Unutmayacağım seni Hekimhan. Seni çok seviyorum. Sana şimdiden beni unutma diyorum. Beni gök gözlerim için sevmemiştiniz ama ben kara gözlü Hekimhanlı’ları çok sevmiştim. Sana şimdiden elveda diyorum, elveda. Sen babamı da unutmayacaksın. Büyük hükümet konağı ile sık sık taşan çayı geçmek için size bir de köprü yaptırmıştı. Unutmayacaksın değil mi! Bize gönlünle izin ver de yolumuza gidelim. Tekrar elveda Hekimhan..” cümleleri ile ebedileştirmiştir. Cahit UÇUK hanım, Hekimhan’a olan sevgisini ispatlamış, vefa borcunu da fazlasıyla ödemiştir. Şimdi vefasını göstermek ve sevgisini ispatlamak görevi Hekimhan ve Hekimhanlı’larındır. Bu sevginin, saygının ve vefanın karşılığı verilmelidir. Bu karşılık, üzerlerine düşen bir minnet ve şükran borcunu ödemek şeklinde olabilir, olmalıdır. Kendilerini, “Hekimhan’ın Fahri Hemşehrisi” olarak kabul ve bunu bir plaketle belgelemek, Hekimhan ve Hekimhanlı’lar için vefanın ifadesidir. Haydin Hekimhanlı’lar . . . Cahit UÇUK hanım için gayret göstermenin zamanıdır. “Ama ısınmadan da güzeldir tadı. Sana gönderirim bir yol. Sarayım mı, bademli olsun cevizli mi güzelim benim?” “Bademli rica ederim Hatun ana teyzeciğim.” Evin hanımı Cahit’in kendisine Hatun Ana deyişine, ona ancak çok daha itibarlı ağa hanımlarına verilen rütbeyi yakıştırdığına çok sevinmişti. Bir yandan da pastuhun katlarını da yırtmadan, koparmadan açmıştı. İçine bir iki sıra badem koyarak yanlarını sıkıştırdı ve dürerek Cahit’e uzattı. Aydın’ın sesi ile döndüler. “Bende isterim Hatun Ana.” “Hay senin de canını sevsinler, Hatun Anan kurban sana. Hemen…” Pastuh dürmecleri sarılırken, evin çocuklarıyla Hadiye’nin üç çocuğu kaynaşmışlardı. Hele büyük oğulları olan Tevfik hem kızlara hem de Aydın’a bayıldığını söyleyecek kadar yakınlaşmıştı. Aydın, Tevfik’e adını sormuştu. “Adım Tevfik ama yüzüme Tevfik derler, ardımdan Nezir Ağanın topar oğlu derler, gerçek adımı söylemezler ki.” Cahit, Tevfik’in kullandığı ’topar’ kelimesinin topal anlamına geldiğini anlayınca çok üzüldü. İçinden kendi kendine onun bacağının sakatlığını görmemezliğe gelmeyi, onunla normal bacaklı bir çocukmuş gibi arkadaşlık etmeyi karalaştırdı. Tevfik kederliydi. Arkadaşlar, hem de o uzak, bir başka dünyadan, İstanbul’dan yaşıtı konuklar gelmişti. Ama onlarla güle oynaya eğlence kuramayacak, oynayamayacaklardı. “Eğer koltuk değneksiz yürüyebilseydim ne güzel olurdu, oynardık. Konuşmalar, koşmacalar, birdirbirler, seksekler daha neler, neler.” “Koltuk değneksiz oyunlar da var Tevfik. Sen boncuk üfleme oyunu, dama, peçiş, fincan oyunu biliyor musun?” “ Yooo. Hiçbirini bilmirem. “Niyet eder, istersen sana öğretirim. Dadım, Hatice, Kaya da biliyorlar. Hep beraber oynarız. Sonra sen koltuk değneğine yaslanmadan yürüdüğünün farkında değilsin ki. Sanki o sopa olmasa yürüyemeyecekmişsin hissine kapılmışsın. Çok yanlış bu. Bu koltuk değneğini bırakma talimlerini de yaparız. Bir kendi evimize yerleşelim. O zaman gör bak ne güzel koşmaca bile oynarız.” sıra sözde Hadiye karışmıştı: “Tevfik, topal oldum diye kendine acıyacağını mektebe git oku. Okumayı sürdür. Sultanileri bitir. Sonra Darülfünun’ un doktorluk bölümünü de bitir. Hekim ol. Hiç olmazsa senin gibi kaza geçirip topal kalacak çocuklara yardım et, onlara bak. Onları sağlıklarına kavuştur.” Tevfik, Hanımanasına doktor olacağına söz vermişti. Hanımanasına da parmağındaki firuz taşlı elmas yüzüğünü ona hediye etmişti. Yıllar sonra Cahit’in genç bir öğretmen arkadaşı öğretmenlere mahsus prevantoryumda yatarken, yürürken bacağı aksayan bir genç doktorla dost olmuştu Tevfik adlı doktor, öğretmen arkadaşına hayat hikâyesini ve nasıl doktor olduğunu anlatmış, elindeki firuze taşlı elmas yüzüğünü göstermişti. “Bunu kaymakam Vehbi bey’ in eşi Hanımanam bana vermişti” deyince, öğretmen hanım ona kendisinin de Vehbi bey’ in kızının arkadaşı olduğunu söylemişti. Bu hikâye böylece Cahit’e anlatılmıştı. Cahit’in teşfiki, annesini terkinleri o çocuğun hayat yolunu değiştirmişti.- Annesi ile Hatun Ana yolculuktan, İstanbul’dan hatta Ankara’daki gelişmelerden bile söz ediyorlardı. Sonra evin hanımı onlardan izin istedi. “Akşam yemeğine kadar biraz dinlenin kapının yanında büyük bir ibrik, birde leğen koydum. Sabunda var. Havlularda temizdir” diyerek çocuklarıyla birlikte dışarı çıkarken, Şayan peşinden yürüdü. Kısa bir zaman sonra yüzü karmakarışık döndü. Hadiye’ nin telaşlı sorusuna üzgün cevap verdi: “ Bu evde ayak yolu yok. Ben sordum, ‘var elbet’ dedi. Alt kata indirip, bahçeye, oradan da sokağa. Çıkardı. Orada kapısı bir çulla örtülü toprak kulübeyi gösterdi. ‘Her gelen geçen uğrar, tarlalara gübre birikir’ demez mi? Çıldıracaktım. Mecburi çulu kaldırarak içeri girdim. Ortasında kocaman bir delik bulunan tahta kaplama bir acaip ayak yolunu görünce büsbütün iflahım kesildi ortadaki delikte binlerce kara sinek vızıldıyor, kokulu çukura inip çıkıyor ve uçuyorlardı. Şimdi ne yapacağız küçük hanımcığım?” Şayan ağlamaklıydı. Hadiye içinde bu hazin bir hikâyeydi. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Onların konuşmaları sürerken Cahit’in odadan çıktığını sezmediler bile onlar hâlâ bir hal çaresi bulma çabasındaydılar ki Cahit yanakları al, al, savaş kazanmış bir komutan havasıyla içeri girdi. “Siz hâlâ aynı konuyu mu tartışıyorsunuz?” “Ya ne yapsaydık küçük hanım?” Cahit, Şayan’ a sevgi ile baktı. “Benim sevgili dayıcığım, bu kadar telaşlanma. Ben senin anlattıklarını duyunca, ibriklerden birini kavradığım gibi yola çıktım. Hemen, hemen sokağın her evi boştu. Bir tane şöyle kapısı sağlamını seçtim, içeri girdim. İşimi hallettim. Mesele halloldu. Tabii şimdilik. Sonra çevreyi dolaştım, yolun en son ucunda, iki katlı, bahçesinde tut ağaçları olan bir eve girdim. Merdivenlerle ayvana çıktım. Kapılar açık, kilit falan yok. Pencerede tahta kepenklerin için de kapalı camlar yok. Ev üç oda, bir de ayrıca yalağı ve ocağı olduğunda mutfak diye düşündüğüm bir bölümü var. Manzarası da öyle güzeldi ki. Aşağılarda bir çay şarıldayarak akıyordu. Annecim o evi tutabilsek… Buralarda hiç hırsız yok galiba, evlerin kapıları açık, pencereleri çerçevesiz, camsız.” Hadiye memnun, gülümseyerek kendisini kızını dinlemeye kaptırmıştı. Kocası ile o köşe başındaki çevresi duvarlı ve tahta bahçe kapısı olan evi konuşmalıydı. Çünkü öğrendiklerine göre burada bütün evler kapısızdı ve duvarları da çalılar da çit biçimindeydi. * * * Nezir Ağanın bütün ricalarına karşın Cahit’in bulup beğendiği eve taşınmakta ısrar etmişlerdi. Evin tahta bahçe kapısının arkasında bir emniyet mandalı vardı. Kapısı da olan ayak yolu sokak kapısının hemen yanındaydı. Uzaklığı, yakınlığından çok daha iyiydi. Sineklerden de çukura her gün kireç dökerek kurtulacaklardı. Şayan evi yerleştirirken bir yandan da Cahit ile sohbet ediyordu. Cahit sıcaklar geldiğinde damda yatacağını öğrenmişti. Şayan damda dünyada yatmazdı. Damın kenarında parmaklık yoktu ki! Başı dönüp aşağı düşe bilirdi. “Siz ailece yukarıda yatarsınız, bana pencerelerinde demir parmaklıklı olan odamız yeter. Kapısını da kapar, arkasına bir destek koyarım. Oh gel keyfim gel.” Aşağı büyük odada, hasırların üstüne halı serilmişti. Pabuçlar ve terlikler odanın eşiğinde çıkartılıyordu. Geceleri yan yana yataklar açılıyor anne, baba ve çocuklar orada yatıyorlardı. Bu odanın pencereleri kendi bahçelerine açılıyordu Cahit ile Şayan’ ın odasının geniş bölmeli, bilek kalınlığındaki demir parmaklıklı pencereleri ise komşuları Fatma Bibi’nin bahçesine açılıyordu. Fatma Bibi genç bir kadındı. İki çocuğu vardı. Oğlunun adı Duran, kızın adı Parlak’ tı. Cahit demir parmaklıklı pencereden onların hayatını gözlemekten, Fatma Bibi ve çocuklarla konuşmaktan çok hoşlanırdı. Fatma Bibi de dutlarının mamulleri ile geçiniyordu. Tarlasında buğday, nohut, mercimek, mısır ve ineği için de arpa yetiştiriyordu. Kocası ölmüştü. Çocuklarına üvey gelmemesi için evlenmemişti. Evin hem erkek hem de kadın işlerini üstlenmişti. Güçlü kuvvetli, hiçbir dakika durmadan çalışan bir kadın Cahit çok seviyor ve beğeniyordu. Sıcakların basması, bahçelerindeki dutların olmasını Cahit’le Kaya dört gözle bekliyorlardı. Annesi de çok meraklıydı. O gün Nezir Ağalara misafir olduklarında ikram edilen bütün çerezleri yapacaktı. Fatma Bibi, ona seve, seve yardım edecekti. Mevsim yaza dönüşüyordu. Alaattin’in tavukları, bahçelerindeki önü telli, arkası tahtadan yapılmış güzel kümeslerine yerleşmişlerdi. Onları bahçeye hiç salmıyorlardı. Alaattin, Cahit, Kaya hatta Aydın bile yem atmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Evin altındaki ahıra, bir dişi, birde erkek buzağısı olan altın sarısı beyaz halkalı güzel bir genç inek yerleştirmişlerdi. Cahit ile Kaya’ ya da birer oğlak alınmıştı. Cahit’in oğlağı gümüş renkliydi, adını Gümüş koymuştu. Kaya’ nın kömür siyahı oğlağının adı ise Mercan’dı. Vehbi bey pazardan aldığında henüz sütten kesilmişlerdi. Şayan’ın ortalığı kirletiyorlar yaygaralarına rağmen Gümüş ile Mercan devamlı kızların peşindeydiler. Şayan her gün yavrularına bol bol pay bırakmak şartıyla ineğin sütünü sağıyordu. Sabahları ilk önce yüzlerce çıngıraktan oluşan bir ses duyuluyordu. Sonra otlaklara yaymaya götürdüğü inekleri, koyunları, keçileri güden çobanın sesi işitiliyordu: “Sürü geliyor ha. Hayvanları salıverin gayri.” Bütün sokağın evlerinin bahçe kapıları açılıp, hayvanlar çıkıyordu. Şayan ineğinin boynuna çok tatlı bir tınlaması olan çan almıştı. Bununla çok övünüyordu. O da gençti. Henüz yirmi yaşındaydı. Evlerindeki hayat ne Balıkesir’deki, ne de İstanbul’daki, ne de Selanik’teki yaşamlarına benziyordu. Hadiye bu ayrı ayrı yaşamların aralarına birer bölme koymuş, ayrı ayrı düşünüyordu. Bol bol elişi yapıyor, çocuklarına kış için hırkalar, çoraplar işliyordu. Öyle Selanik’te , İstanbul’da hatta Balıkesir’de olduğu gibi çarşıdan yün almak aklından bile geçmiyordu. Buradaki kadınlar, kuzu tüyü kırpma mevsiminde satılan yünlerden alıyorlardı. Cahit’e de öğretmişti. Bu çalışmadan sonra el ırgacında yün eğriliyor, çift yapılıyor, sonunda işlenecek biçime geliyordu. İstenirse baca kurumu, soğan kabuğu, ardıç kökü ile de renklere boyanabiliyordu. Hadiye’yi unutmaya çalışıyordu. O artık bir başkasıydı. Bir zamanlar piyano çalan, sedef tırnaklı, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayan biriydi. Şimdiki Hadiye ise yaşadığı hayat şartlarına uymaya çalışan ve çocuklarını düştükleri mahrumiyet bölgesinde yaşatma gayretiyle kendisini hiçe sayan bir anneydi. Vehbi Bey’ in jandarması Vakkas, bir gün ahırın önüne küçük bir ekmek fırını yaptı. Buna en çok Cahit sevindi. Hamur yoğurmayı Ayşe Hanım yengesinden öğrenmişti. Ekmek hamuru da yoğura bilirdi. Ama bu güç işi Şayan çok seviyordu. Fırının ilk yakıldığı ve ilk ekmek somunlarının çıktığı gün bütün aile çok sevindiler. Mis gibi, esmerce, küçük, küçük somunlardı bunlar. Şayan ekmek hamuruna yumurta katarak peynirli pideler pişiriyor, sık sık da Rumeli böreği yapıyordu. Bu küçük fırın evin hayatında nasıl da özel bir yer almıştı… Hadiye, Cahit’e her gün için yeni bir uğraş bulmak zorundaydı. Kasabada kızlar mektebi yoktu. Vehbi Bey eşrafı, ağaları, önde gelenleri toplayarak kızlarını muhakkak okutmaları gerektiği hakkında konuşmalar yapıyordu. Sonunda hepsini bu fikre inandırmıştı. Bir kız okulu açabileceklerdi. Malatya’dan bir de hoca gönderilmesi için Maarif Müdürlüğü’ne tezkere yazılmıştı. Buna en çok sevinen Hadiye olmuştu. Kızı mektep hevesiyle kitaplarını açacaktı. Çünkü Cahit, Hekimhan kızlarının beceri ve bilgisini edinmeye çalışıyordu. Onbir yaşındaki kızlar neler biliyorsa o da öğrenecekti. O kızlar nakışlı çoraplar örüyorlardı. Yün eğirip tarıyorlar, evin çamaşır leğeninin başına geçip çamaşır çitiliyorlardı. Uzayan saçlarını Fatma Bibi’ ye ördürdüğünde, annesinden beli büzgülü, uzun etekli bir entari ve paçaları görülen bir don dikmesini istemişti. Nezir Ağa’ nın kendi yaşıtı kızı ile de arkadaştı. Bir gün onun altın simle işlenmiş nakışlı, düğünlerde giyilen kırmızı kadife entarisini giymiş, başına onun gümüş tepelikli altın başlığını takarak annesinin karşısına çıkıvermişti. Hadiye bu kıyafetin kızına ne kadar yakıştığını görüp hem sevinmiş, hem de derinden derine üzülmüştü. Cahit artık lisan öğrenmekten, piyano çalmaktan, jimnastik ile vücudunu geliştirmekten söz etmiyordu. Bir Selanik çocuğu, bir İstanbul kızı olmaktan yavaş, yavaş bir Anadolu köylü kızı olmaya doğru gelişiyordu. Bunu çok büyük bir ustalıkla önlemesi lazımdı. Onun kabiliyetlerinin körlenerek başka bir kültürün içine düşmesini istemiyordu. Başka bir şeyler bulmalı, kızının içine saptığı yoldan çevirebilmeliydi. Malatya’dan gelen hoca hanım, ilk tarih dersine çocuğunun kundağını kürsü üstünde açarak bebeğinin altını temizlerken, bir yandan da talebelerine seslenmişti: “Açın dördüncü sayfayı. Buradan on beşinci sayfaya kadar ezberleyin.” Ders verdiği kızların birçoğu mahalle hocasından bir şeyler öğrenmişlerdi. Kendilerini okur-yazar sayıyorlardı ama içlerinde tam anlamıyla okur-yazma bilen Cahit’ti. Akşam eve geldiğinde hoca hanımın taklidini yapıyor, bebeğin altının kokular saçılarak kürsünün üstünde açılışını anlatıyor, sonra ciddi bir kitap sayfası açarak pat diye kitabı kapıyordu. Sonuçta hocanım derslere gelmez oldu. Kendine muallime vekili olarak Cahit’i tayın etmişti. Cahit on bir yaşında dört ay hocalık yaptı, kızlara okuma yazma öğretti. Dut ağaçlarının silkelenmesi, şerbetlerin kaynatılması, sucuk yapılması, tarlalara giderek orak biçmek, döven dövmek, harman savurmaya kadar bütün uğraşları Cahit candan gönülden emek vermişti. Dopdolu ve değişik bir yaz mevsimi geride kalmıştı. Kışlık ev meselesi, yeni yapılan bir evin üst katını tutmak suretiyle halledilmişti. Evin sahibi Hallo’ydu. Amerika’da çalışmaya giden Halil, beş yıl sonra adıyla İngilizce konuşan bir bukalemun olarak dönmüştü. Onun evinin her katında hela vardı. Ev dört oda, bir büyük hol ve mutfaktan oluşuyordu. Ev sahiplerinin ahırları Cahit’lerin katının terasıydı sanki. Cahit her akşam ahırın üstüne çıkarak gökte çakmak çakmak parıldayan yıldızlara bakıyor, aşağıda akan çayın sesini dinliyordu. Yine bir gece terasa çıkmıştı. En uçta parlayan bir çift fosforlu gözle heyecanlandı Oraya yavaş, yavaş gitti. “Kim var orada” diye seslenişine, “ Pat pat pat “ diye bir ses karşılık verdi. Daha yakınına giderek eğildi. Kocaman bir köpeğin dostça kuyruğunu salladığını gördü. “Sen de nereden çıktın, kimin köpeğisin ?” İncecik sevgi, sızlanma sesleriyle pat pat pat yere vurulan kuyruk sesi… “ Yoksa aç mısın?” İnce sesler daha çok sızlanarak çıkmaya başlayınca Cahit doğru eve koştu. Ekmek tenekesinden bir somun ekmek aldı. Yeniden döndüğünde köpek evin merdivenleri önüne, evden sızan ışığın içine gelmişti. Cahit ekmeği büyük parçalara bölerek attıkça havada kapıyordu, bir anda yutuyordu. Bir çanak dolusu su getirince onu da büyük bir zevkle içti. Cahit onu sevdi, başını okşadı. Havadisi vermek üzere içeri girip hikâyesini anlatınca dadısı söze karıştı: “O biliyorum. Hallo’nun karısı söyledi dağdaki ağıların köpeğiymiş. Kocadığı için yemek vermemişler. O da asıl sahipleri Hallo’lara gelmiş. Onlar da kovmuşlar. Kadın baş belası, işe yaramaz hayvan ne diye besleyelim demez mi. İçim sızlamıştı” “İyi, aferin benim merhametli yavrum.” Cahit köpeği sahiplenmişti. Ertesi gün babası eve bir çuval arpa unu gönderdi. Bir tas arpa ununa yarım tas su konularak yal yapılacaktı. İçine biraz tuz katılacak. Cahit adınının Gobül olduğunu öğrendiği köpeği ile Sivas – Hekimhan şosesine çıkıyordu. Gelip geçen araçlardaki insanlar, İstanbul’a doğru giden kamyonlar dolusu Alman esirleri, sarı saçlı bir kızla kocaman köpeğe ilgiyle bakıyorlardı. Cahit, Gobül’e bütün kış baktı. Sevdi, besledi. Bahar geldiğinde yayladaki Cüzüngüt köyündeki yazlığa giderlerken, Gobül evlerinin önünde kaldı. Bakımı için bir çuval un bıraktılar. Ancak sonbaharda döndüklerinde öldüğü haberini aldılar. Hallo’nun evinde günler Ankara’dan haber beklemekle geçmişti. Ne Hadiye Vehbi’ye, ne çocuklar anne babalarına “Hani dostlarımız vardı. Hani bir süre Hekimhan’da kal, sonra seni vali yaparız. Sonra da Ankara’ya gelirsin demişlerdi, ne oldu, ses seda çıkmıyor Ankara’dan?” diye sormamıştı. Yine de bütün aile vatan sevgisi ile dolup taşıyorlardı. Sonunda, İzmir’in de 9 Eylül günü düşman işgalinden kurtulduğu haberi alınca, sevinç ve mutlulukları yüreklerine sığmadı. Evlerinin kapısını yemyeşil dallarla süslediler, pencereden bayraklar sallandırdılar. Kaymakam Vehbi Bey’in evindeki coşkuyu görenler çekinerek kapıya doğru yaklaştı. İçlerinden birisi öne doğru çıktı ve bütün cesaretini toplayarak sordu: “ Ne oldu Hanım Ağa?” Hadiye’nin sesi şarkı söyler gibi çıkmıştı, “İzmir’de düşmanı kovduk.” Kapının önündeki topluluk birbirlerine anlamsız bakışlarla baktı. Aşağıdan gelen sesler, sanki Anadolu’nun bu unutulmuş köşesinin, olup bitenlere karşı ilgisizliğini özetliyordu. “İzmir gâvurda mıydı?” O günlerde Hadiye kendini hapishanede hissediyordu. Hekimhan’da unutulmuşlardı; dostları Vehbi kardeşlerini unutmuşlardı. Samsun’a kadar gelip kocasını karşılayan kişilerin acaba kendilerine taraftar olacak birilerine mi ihtiyaçları vardı? Onun için mi Vehbi’yi karşılamışlar, vaatlerde bulunmuşlardı? Hadiye kocasına Ankara’dan gelen resmi cerideleri baştan aşağıya okuyor, savaş alanlarında kazanılan zaferle mutlu oluyordu. Son zamanlarda Cahit de merak sarmıştı; annesinin düşürmediği bu gazeteleri o da okuyup birşeyler anlamaya çalışıyordu. Hadiye sık sık “ Ankara karmakarışık, birbirini yiyorlar. Mustafa Kemal Paşa’yı gazi rütbesiyle yüceltenler şimdi kuyusunu kazmaya çalışıyorlar” diyordu. Annesi bazen babasına üstü kapalı biçimde bu unutulma konusunu açıyordu: “Kendimi Jules Verne’nin Issız Ada romanındaki ıssız adaya bırakılan cezalı uşağa benzetiyorum. Yirmi sene sonra bizi hatırlarsa, korkarım ki ona benzer halde bulacaklar.” Vehbi Bey o munis gülümsemesiyle karısına bakıyordu. Söyleyecek sözü yoktu ki. Gerçi karısına söylemediği bazı şeyler de yok değildi. Kaç kez dostlarına mektup yazmıştı. Cevap bile vermemişlerdi. * * * Vehbi Bey bir gün, yanında çalışan adamıyla eve bir tezkere gönderdi: “Hadiyeciğim, sana sormadan davet etmek zorunda kaldığım bir misafirimizi akşam yemeğe getireceğim. Kendisi çok ilgi çekici bir şahsiyet. Mücadelede yardımlarıyla ün salan Kara Fatma’dır. Soframıza bir tabak ilave etmenizi sevgilerimle rica etmekteyim. Vehbi” Cahit annesinden bu haberi duyduğunda sevincinden havalara uçtu. Hadiye ve Şayan mutfakta hazırlıklara başladıklarında Cahit de sofrayı kurma işini üstlendi. Güzel bir sofra kurdu, ne yazık ki çiçek yoktu. Annesinin hazırladığı yeşil salata çanağını çiçek benzeri sofranın ortasına yerleştirdi. Bir türlü akşam olmuyordu. Kara Fatma nasıl birisiydi? Harbe girmiş, çevresine topladığı kadınlara ne işler gördürmüştü, ne işler… Hepsini biliyordu. Babası bir gün söz arasında “Kara Fatma’yı da gözden düşürmeye çalışanlar var” demişti. Akşam kapı çaldığında Cahit koştu, kapıyı açtı. Babası kenara çekilerek misafirine yol verirken kızını takdim etti. “Bu benim kızım Cahit. Sizin hayranlarınızdandır efendim.” Cahit karşısında orta boylu, zayıf gördüğünde biraz hayal kırıklığına uğradı. Ama öyle munis, öyle sevimli bir kadındı ki… Belinde içi dolu bir kemer vardı. Tabancası da kocamandı. Yarı asker giyimliydi. Cahit’e gülümseyerek baktı, başını okşadı. “Nasılsın kızım?” Cahit teşekkür etti, onlara yol verdi. O ufacık kadına hayranlık duymaktan kendini alamıyordu. Biraz da ona imreniyordu. Heyecanı sürüyordu. Erkeklerle beraber dövüşe girmiş, korkusuzluğunu göstermiş bu insanı nasıl gözden düşürmek istiyorlardı? Bir türlü anlamıyordu. Kara Fatma annesinin elini sıktı. “Sizler gibi münevver ailelerin Anadolumuzda misyonerce vazife alması, bu memleketin ilerlemesi için ilk adımlardır. Anadolu insanının güzel, iyi örneklere ihtiyacı vardır. Üzüm üzüme baka baka kararır. Anadolu insanı da aydınlığınızın ışıklarını gördükçe, sizlere benzemek için çalışacaktır. “ Bu zevkli yemek sırasında hep memleket işlerinden söz edildi. Hadiye, Kara Fatma‘ya daha yakından tanımaya çalışıyordu. “Harbe iştirak nereden aklınıza geldi? Hangi sebeplerden dolayı evinizi, yuvanızı terk edip askere iltihak ettiniz efendim?” Kara Fatma güldü. Acılı bir gülüştü bu. “Son yüz sene içinde bu memleketi idare edenler öyle zayıfladı, öyle bencil oldular ki, olur olmaz kavgalara girdiler. Gelsin Anadolu evlatları, gelsin Anadolu kocaları, babaları gelsinler. Biz onların eline paslı silahlar, cephelerine kuru ekmek koyarak düşmanın karşısına salalım. Gidenlerin hiçbiri geri dönmedi. Neden mi? Silahları silah değildi. Silah vardı, kurşun yoktu. Olanlar da o silahların kurşunu değildi. İşte hanımefendi, harbe iştirak kararını verişimin sebebi bu. Anadolu’da erkek kalmadı ki.” Annesi Kara Fatma’ya hak verdi. “Evet, bu kasabaya gelinceye kadar Anadolu kadınının çocuğunun dul veya kolsuz, bacaksız sakat erkeklerin anaları, karıları, evlatları olduğunu biliyordum. Bana misafir gelen hanımların hemen hemen hepsi dul. Kiminin kocası seferberlikte gitmiş, dönmemiş; kimisi Rus Harbi’nde, Yemen’de, kimisi Birinci Dünya Harbi’nde kimisi Çanakkale’de.” “İşte bende ‘bari artık kadınlar, erkeklerinin öcünü almaya başladılar’ dedim. Vatanı kurtarmaya biz kadınlar da katılalım. Çünkü buna Mustafa Kemal’in çok ihtiyacı var. Kadınlarımıza işler düşecek.” Yemekten sonra kahvelerini içtiler. Kara Fatma çok yorgundu. Ona misafir odasına yatak serilmişti. Cahit ertesi sabah uyandığında Kara Fatma erkenden kahvaltısını yapmış ve çıkıp gitmişti. Madem Hekimhan’da unutulmuşlardı, onlarda yörenin adetlerine uyacaklardı elbette… Bahar geldiğinde, kasabadaki bir çok aile gibi, onlar da Cüzüngüt’e gittiler. Cüzüngüt’e ulaşabilmek için zahmetli bir yolculuk yapmaları gerekti. Bir saat at üstünde hep dağlara, tepelere tırmandılar. Yokuşun iki yanı ormanlık. Mola verdiklerinde Şayan atından atlayarak dağın ağaçlarının yemişlerini topladı. Ceplerini küçücük tatlı yemişlerle doldurmuştu. Şayan yaman süvariydi. Hadiye’yle Vehbi Bey de ata binmekte ustaydı. Cahit de onlardan geri kalmamaya çalışıyordu. Babasının binicilik konusundaki bütün öğütlerini harfi harfine yapmıştı ve atını güzelce idare ederek düşmeden tepeleri aşabilmişti. Cüzüngüt’e ulaşmışlardı. Köy, yüksek dağın altındaki yamaca kuruluydu. Meyve ve sebze bahçeleri, kavun karpuz tarlalarıyla bolluğun hüküm sürdüğü bir köydü. Vehbi Bey, gerçekten güzel bir ev tutmuştu. Evin alt katı ahırdı. İneklerini, keçilerini orada bakacaklardı. Vehbi Bey’e, köyde kaldıkları sürede kullanması için, isyanları bastırmaya giden askeri güçlerin yük arabalarını taşıyan ve şimdi kadro dışı bırakılmış sıska bir at vermişti. Babasının o atın üstünde görünce Cahit kahkahayı basmıştı. “Affedersiniz babacığım, atınız Don Kişot’taki Beygir Rozinand’a benziyor.” Vehbi de kızının sözlerine hak vermişti. Fakat Cahit, o zavallı Rozinand’ın öyle zayıf, güçsüz halde sabah akşam yollara düşmesine izin veremezdi. Onu bakıp beslemeye, güçlendirmeye karar verdi ve hemen harekete geçti. Bir çuval buğdayla kırma kepek karıştırıldı. Bir kaşağı, bir de gebre alındı. Cahit ahıra girdi. Rozinand’ı kaşağıladı, gebreledi. Saçlarını taradı, elinden tuz yedirdi. Yalını ılık suyla yaprak içirdi. Bol bol yemledi. Bir hafta sonra Rozinand bayağı canlandı . Cahit’i tanıyordu. Ayak seslerini duyduğunda kişnemeye başlıyordu. Onu üç ay besledi. Rozinand sahibine geri verldiğinde adamcağız gözlerine inanamadı, Cahit’e teşekkürlerle bir sandık elma gönderdi. Cahit yine uzun entariyle, paçaları, entarinin altından kayar gibi görünen iç donu istedi. Artık Hadiye kızını kıramadı. Kullanılmayan pembe cibinlikten göğsü boydan boya düğmeli bir entariyle, komşudan aldığı örneğe bakarak bir don dikti. Cahit ayağına camız (manda) derisinden yemenilerde geçirdi. Artık tam bir köylü kızıydı. Arkasında bir sırt dolusu kırık tane incecik örgü saçıyla Cüzüngüt kızı olmuştu… Zaten Hekimhan’a geldiklerinden beri sadece evde İstanbul şivesiyle konuşuyordu. Dışarıda Hekimhanlıydı. Cüzüngüt’tü yaşam sanki yılları arkadan takip ediyordu. Köylüler dünyadan o kadar uzaktılar ki, Milli Mücadele’ nin zaferle sonuçlandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu bile bilmiyorlardı. Öyle ki, düğünlerde aşka gelen saf köylüler, hâlâ “Padişahım çok yaşa” diye nara atıyorlardı. Başlangıçta, köylülerin yeni kurulan Cumhuriyet’ e karı çıktığını zanneden babası, çok geçmeden gerçeği öğrenince kahkahalar atmaktan kendini alamamıştı. Cahit, evin arka odasında, perdenin arkasında akşamları Karagöz ile Hacivat’ın gölge oyununu sahnelemeye başlayınca bir anda bütün köy kızlarının sevgilisi oldu. Köyde küçük kızları gelin ediyorlardı. Cahit bu on üç, on dört yaşındaki taze gelinlerin dert ortağı olmuştu. O geceki Karagöz gösterisiyle onlara çok etkileyebildiğini farketti. Masanın ayakları arasında gerili beyaz çarşaf üstünde oynayan Karagöz’le Hacivat bu geceden sonra bütün yaz boyunca gelin kızlara, dayağa karşı çıkılması gerektiği gibi konularda konuşup durdular. İlk gün birkaç kişi olan seyirci giderek arttı. Yaz boyunca Karagöz perdesinin arkasında verilen öğütler, köyde dayağın çok azalmasına, artık ayıplanır hale gelmesine neden olmuştu. Karagöz’ü hiç görmemiş olan, hatta adını bile bilmeyen Cüzüngütlüler bu oyunları son derece beğenmişlerdi. Evlerinin ikinci katındaki önü parmaklı ayvanı, çok güzel bir yaz geçirme mahaliydi. Buraya kerevetler ve minderler konulmuştu. Cahit her gün ak toprak içinde bir avuç saman koyduğu sulandırılmış çamurla ayvana sıva yapıyordu. Dadısından yemek yapmayı öğreniyordu, mutfakta ona yardım ediyordu. Sonra köylülerin askerdeki oğullarına, kocalarına “Evvela mahsus selam edip, gözlerinden öperim” diye başlayan mektuplar yazıyordu. Fakat bu mektupların en acıklısı, Amerika’daki oğlunun ölümünden haberi olmayan yaşlı bir kadın için yazdıklarıydı. Kadıncağızın oğlu, yıllar önce köyün Ermenileri ile Amerika’ya çalışmaya gitmişti. Orada bir sabun fabrikasında kaynayan sabun kazanına düşerek ölmüştü. Anasına söylememiş, onu yıllarca avutmuşlar. Kocamıştı, hastaydı, yatağa düşmüştü. İşte bu ölüm döşeğinde oğlu için yanan ihtiyar anaya her gün Amerika’dan haber gelmeye başlamıştı. Arada parada gönderiyordu. Cahit bu mektupları yazıyor, zarflıyor, kaymakam beye postalanmış gibi yaşlı kadına götürüyordu. Öyle dua alıyordu ki… Bu aldatma işinin ölüm döşeğindeki bir insana mutluluk vermek için olduğunu biliyor, seve seve yapıyordu. Cüzüngüt’ten Hekimhan’a döndüklerinde Hallo üst katta artık kendisinin oturacağını söyleyerek evi boşaltmalarını istemişti. Bu kışa girerken yapılacak teklif değildi ama Hallo da Hekimhanlı sayılmazdı ki artık; Amerikalıydı o. Bunun üzerine Nezir Ağa kendi evinin kasaba meydanına bakan selamlık misafir hanesini Vehbi beylere verdi. Yine taşındılar. Yerleştiler perdeler takıldı, pencerelere uymayan düzeltildi. Sobalar kuruldu. Bu ev eskiydi ama soylu bir evdi. İkinci kattaydı. Alt kat Nezir Ağanın evine aitti. Yirmi kadar mermer basamakla yukarı çıkılıyordu. Merdivenin üst yanında, tam karşıdaydı kapı. İki yanda camlı ve demirli iki pencere vardı. Üç oda, yine aile içinde bölünmüştü. Bir oda, Şayan’la Cahit’indi. Kaya ile Aydın kâh günlük odada, kâh Hadiye’yle Vehbi Bey’in yatak odasında yatıyorlardı. * * * Kış dört aydır sürüp gidiyordu. Güneş toprak yüzünü aydınlatamıyordu çünkü tarlaların üstü bile bir metreye yakın kristal toz şeker halinde bir karla örtülüydü evlerinin kasaba meydanına bakan pencereleri de sabah uyandıklarında buz nakışlı camlarıyla onları dışarıya görmekten alı koyuyordu hohlayarak buzda aça bildikleri deliklerden karşıdaki tek katlı evler görülüyordu. Damlarında birer metre kar vardı. Henüz karlar kürülmemişti. Vakit geceydi. Dışarıda ay ışıklı, keskin beyaz bir ayaz sürmekteydi. Kasabanın yüzlerce köpeği duru mavi gökteki ayın on beşine bakarak hep bir ağızdan uluyorlardı. Cahit tıpkı hapishane pencerelerindeki kalın demir parmaklıklara benzeyen demirli pencerelerin ardında oturmuş, dışarılara bakıyordu. Gür sarı saçları iki örgü halinde örülüydü. Sağ yanda Zorbahan dağı görülüyordu. Aşağılarda, beyaz ağır yüklerinin altındaki tek katlı evlerin tek pencerelerindeki solgun ışıklar, çoktan söndürülmüştü. Bu evlerde yaşayanlar akşam ezanından sonra yün döşeklerinde, kalın yün yorganlarının koruyucu sıcaklığında derin uykularına dalıyorlardı. Ailenin diğer büyükleri gibi Cahit de kendini , dünyadan kopmuş, unutulmuş hissediyordu. Bu gece posta arabasının geliş gecesiydi. Cahit de bütün düşüncelerini bu konuya yoğunlaştırmış vaziyette pencereden bakıyordu. Heyecanla, posta arabasının demir takılmış tekerleklerinin sesini duyacağı anı bekliyordu. Bu tekerleklerin seslenişleri iki saatlik bir uzaklıktan işitilmeye başlardı. Sesler çevredeki dağlarda yankılar yapa yapa duyulmaya başladığında, posta arabasının gelişi kesinleşirdi. Tekerlek ve nal sesleri yaklaştıkça Cahit’in heyecanı artar, belki de Zorbahan dağı kadar kocamanlaşırdı. Posta arabası bu seslerin ilk duyulmasından ancak iki saat sonra kasaba meydanındaki küçük postaneye ulaşabilirdi. O zaman Cahit’in yüzü gülümserdi, artık özlediği, yanıp tutuştuğu İstanbul’una kavuşacak demekti. İstanbul’da yaşayan sevgili amcası Alaattin Bey yeğeninin bu susamışlığını sık sık ondan aldığı mektuplarından bilirdi. O da İstanbul’da çıkan ne kadar gazete, dergi-ki sayıları çok azdı- hepsini toplar, son derece düzenli bir biçimde paketleyerek gönderirdi. Gazetelerin hepsi bir aylıktı. Sonunda araba postanenin önüne gediğinde Cahit’in sabrı da tükenmiş olurdu. Onun bu bekleyiş heyecanını çok iyi bilen postanenin yaşlı, halden anlar posta memuru Behzat Efendi tüm yükleri boşaltmadan önce, sevgili Kaymakam Beyinin kızının beklediklerini bir ana önce ulaştırmak için onların evine uğrardı. Bu hareketi bütün aileyi çok sevindirirdi. Bir saattir pencerenin önünde gözlerini mavi gecenin içine doğru dikmiş, posta arabasının seslerini dinleyen Cahit şimdi Behzat Efendi’ nin postane kapısından çıkışının soluğu kesilerek bekliyordu. Sırtında kocaman bir çuval taşıyan Behzat Efendi on adımlık yolu hızlı hızlı yürüyerek geçti. Üst kata çıkılan merdivenlerde ise biraz ağırlaştı çünkü merdivenler çok dikti. Behzat Efendi hayli yaşlıydı ama yüreği, yaptığı işin çok makbule geçeceğini bilirdi. Hele güler yüzlü Cahit’in sıra sıra teşekkürlerini dinlemekten de çok zevk alırdı. Hem o Vehbi Bey ve ailesini bu eski Selçuk kasabasına bir armağan olarak görürdü. İstanbul’dan kopup gelen üç çocuklu, alçakgönüllü anne ve babalarıyla böyle bir aileyi Hekimhan Hekimhan olalı muhakkak ki görmemişti. Merdivenler bittiğinde kapının kanadı çoktan açılmıştı. Dışarının keskin ayazı kimin umurundaydı. Cahit soğuğu duymuyordu bile. Yanakları sevinçten alev alev yanıyordu. “İşte postanız küçük hanım” “Ah sağ olunuz Behzat Efendi, böyle gece yarısı hiç de ödeviniz olmadığı halde bizleri sevindirmek için bu zahmetlere katlanıyorsunuz. Binlerce kere teşekkür ederim. Sağ olunuz, eksik olmayınız Behzat Efendiciğim.” “Kaymakam beyimizin hatırlı okumuş kızına bu hizmet ne ki? Babanızın kasabamıza gelmek, ailesini de getirmekle ne büyük büyülükler yaptığını bilemezsiniz ki. Bize medeni ve büyük şehrimiz İstanbul’un havasını getirdiniz. Hem de kasabamızın yaşantısı, terbiyesi, görgüsüyle bütün havasını sizler geleli beri çok değişti. Bilirsiniz bizim burası eski bir Selçuk ilidir. İyiyi, güzeli, terbiyeyi bilir anlar.” Cahit sabırla onun sözlerini bitirmesini bekledi, çuval hala merdivenin son basamağında duruyordu. Behzat Efendi’nin sohbet dolu sıcak sözleri bu keskin ayazlı, mavi ay ışıklı beyaz geceye bir başlık veriyordu ama birazcık da üşümüştü. Onun ellerini ovuşturduğunu gören Behzat Efendi çuvalı basamaktan kaldırarak kapının içine bıraktı. Candan gülümseyerek gevezeliğinden ve onu üşüttüğünden ötürü özür dileyerek müsaade istedi. “Güle Güle Behzat Efendi, binlerce teşekkürler. İyi geceler, gelecek postaya kadar güle güle.” Cahit, Behzat Efendi’nin ağır ağır merdivenleri inmesini gözledi, sonra kapıyı örttü. Kapının bir tuhaf mandalı vardı. Açılıp kapanırken “şık şık” diye sesleniyordu. Kapıyı ardından sürgüleyerek koca çuvalı kendisinin bile şaşırdığı bir gülce annesiyle babasının oturdukları sobalı odanın kapısına sürükledi. Kapının tokmağını çevirerek kanadı geriye itti. Odanın ortasındaki saç sobadan tatlı tatlı bir çıtırtı duyulmaktaydı. Hadiye ellerinde beş şiş ile bir yün çorap işliyordu. Babası ise bir sigara tüttürmek üzere elindeki büyük kitabı okumaya ara vermişti. Kaya’yla Aydın kerevetin üstüne yapılan yataklarında uyumaktaydılar. Cahit postanenin ağzı bağlı çuvalını güçlükle sürükleyerek içeri girdi. Artık hapishane benzeri demir parmaklı pencerelerden bakan mahzun, kederli kız değildi. Önünde posta çuvalı, sıcacık odada sevdikleri vardı. Vehbi gözlüğünü çıkardı, büyük ciltli kitabın açık sayfalarına bir bellek koyarak kapadı. Victor Hugo artık bir süre dinlenmeye çekilecekti. Kızıyla karısı arasında kapışılan gazete ve dergilerden kendisine de pay düşeceğini biliyordu. Annesi de elindeki çorabı yanındaki iş sepetine bıraktı. Üçünün de bulundukları yerle ilgileri kopmuştu artık. Cahit çuvalı boşalttı, üstlerindeki numaraların yardımıyla gazete paketleri sıralandı, babası sicimleri kesmeden çözüp, özenle üst üste sardı. Anne kız çok meraklı bir yerinde kalan bir tefrika romanı bir an önce okuyabilme isteğindeydiler. Kimi zaman annesi kızına, kimi zaman da Cahit annesine öncelik tanırdı. Bu birbirlerine verdikleri bir çeşit armağan sayılırdı. Cahit annesinin yüzüne baktığında o güzel yüzün gülümsediğini görünce içten içe sevinerek okuma önceliğini annesine bıraktığını söyledi. Bir ay sonra gelecek posta arabası kasabaya gelene kadar gazeteler her zamanki gibi bütün havadislerine, romanlarına ve ilanlarına kadar tekrar tekrar okunacaktı. Hadiye, Hekimhan ve halkından memnundu. Eşrafı kadar halkı da görgülü, konuksever, sevecen insanlardı. Hayatları gibi ahlakları da düzgündü. Hele kış günlerinde beraber geçirilen saatleri hiç unutmayacak anılarla doluydu. Kış evlerinin odaları alt kattaki ahırların üzerine yapılırdı. Kış başlamadan henüz dağlarda bulundukları zamanlarda evlerinin hazırlıkları ahırlardan başlardı. Zaten toplanan gübreler tarlalara ve dut ağaçlarına götürüldüğünden ahırlar boştu. Tabanları dövülür, güzelce temizlenir, badanalar çekilirdi. Bahçelerin duvarları onarılırdı. Damlar çatı ve kiremitli değildi. Yarım metre yüksekliğinde toprak kerpiçlerden yapılırdı. Bu düz dam lovlanır, yuvarlak bir arşın boyunda bir taş veya mermerin ortasına geçirilen demir çekilerek dam sağlamlaştırılırdı. Aşağı oturma katında kaç oda varsa duvarlar badalanır, tabanlar ak toprakla sıvanır, ilkten hasırlar, sonra keçi kılından dokuma çullar, sonra da kilim ve halılar serilirdi. Kalın duvarlara açılmış pencerelerin içleri derindi. Camlar dış taraftaydı. Pencerelerin kalın perdeleri de takılırdı. Makatlarda minderlerin üzerine halılar örtülürdü. Halı yastıklar duvarlara yaslanırdı. Ve bacaları hiç tütmeden son derece güzel çeken ocakların ilk yakılacak odunları ocağa istiflenir, çıraları da hazırlanırdı. Hekimhan’ın bütün eski evlerindeki kış hazırlıkları, öncelikle soğuktan korunmak için alınan tedbirlerle başlardı. Kışlık yiyecekler de ambar damında eksiksiz hazırlanırdı. Un çuvalları, bulgurlar, erişteler, şehriyeler hep ev hanımlarının ellerinden çıkardı. Güneşte pişmiş erik, vişne reçelleri, nar şerbetleri ve duttan yapılma bütün yiyeceklerle, fındık, badem, ceviz gibi çerezlerin tümü de bu ambarların duvarlarındaki Amerikan bezi torbalarda sıralanırdı. Hekimhan’da sık sık öğle sonu misafirlikleri yapılıyordu. Hadiye de, Cahit ve Kaya da bu misafirliklerden çok hoşnuttular. Herkes kapının önünde pabucunu çıkarırdı. İçerinin, alttaki hasırları çıtırdayan yumuşacık ve sıcacık tabanında yürümek bir zevkti. Bu kışlık odaların ocaklarında odunlar yanıp, kor olduklarında üstleri hafifçe küllenerek bırakılırdı. Çaydanlık o korlara sürülürdü. Kahveler o kıvılcımlarda pişirilir, mısırlar o korlar üzerinde patlatılır, buğday, kuş yemi kavurmaları da o kor yığınında yapılırdı. Bu odaların kapıları sokak kapısından gizlice bir antreye açılır, hiçbir zaman sokak kapısı örtülmeden oda kapıları açılmazdı. Odalar hiç soğumazdı. Bu sıcak sade korumakla elde edilmiyordu. Aşağısı evlerin kalorifer dairesi gibiydi. İnekler, buzağılar, danalar hatta eşek ve koyunlardan oluşan bir sıcaklık merkeziydi. Bütün usuller, her konuda ekonomi esasına göreydi. Bu son derece önemliydi. Kışı sekiz ay süren, damlarında karın bir metreye yükseldiği, birçok alçak evin kapanan kapıları önlerine tüneller açılan bu kasabada denizden 2500 metre yükseklikte kışları başka nasıl yaşanabilirdi? Misafir gittikleri evlerde sessiz fakat sevinçli bir hareket başlardı. Evin genç gelinleri, genç kızları kiler damına sürekli girer çıkarlardı. Konuklara kuru ve yaş yemişlerden öyle güzel siniler hazırlarlardı ki belki bir saat o sini başından ayrılınmazdı. Hele yokluklar darlıklar diyarı olan İstanbul’dan gelen çocuklar için tadına doyulmazdı. Çaylı, sütlü, salepli, şıralı ve şuruplu ikramlarda bulunulurdu. Bu sini başı oturmalarının bir başka tadı da maslar, menkıbeler, geçmiş zaman hikayelerinin anlatılmasındaki güzellikteydi. Sonra fincan oyunları, mani söyleme yarışları yapılırdı. * * * Kış geride kalmıştı. Ankara ‘dan gelen telgraftan sonra yine yol göründü. Vehbi Bey’e bir süre için Malatya’ya vali vekili olarak gitmesi gerektiği bildirilmişti. Bu haber üzerine Vehbi Bey, ailesini de götürmesinin uygun olacağını düşündü. Çocuklar bu habere çok sevindiler ama Hadiye böyle geçici bir konaklama için yola çıkmak istemiyordu. Henüz Vehbi Bey de bilmiyordu ama galiba hamileydi. Bu hiç hesapta olmayan bir olaydı. İlk günler düşürmeyi düşünmüş fakat aklına arkadaşı merhum Ulviye Hanım‘ın sözleri gelmişti. Ulviye Hanım “Allah kızlarından birini alır, günahtır” demişti. Şayan seviniyordu. İki kız, bir oğlan . . . Oğlan büyüdükçe tek olduğunu anlayacak kızlara üstünlük sağlayacaktı. Şayan, “ Belki Allah bir de Hekimhanlı, kılıcı şanlı bir oğlan verir, küçük hanımcığım. O da aradan çıkar. Nasıl olsa kısa, küçük ziyaretler dışında sokağa çıktığınız da yok” diyordu. Sonunda Vehbi’ye söyledi. Vehbi çok, hem de çok sevindi. “Muhakkak bir oğlumuz olacaktır. Hadişim, anneliğin hayırlı, uğurlu olsun. Artık seni buralarda hiç bırakmam.” Birkaç gün sonra bir yaylı araba tutuldu. Amasya’da yolların açılması için bekledikleri günlerde evden kaçan Hatice’nin yeri boş kalmamıştı. Jandarma kumandanının, Hekimhan’dan giderken evlatlıklarını yanında götürmeyip bırakacağını duyan Şayan kızı hemen almıştı. Arabaya doluştular. Hadiye’yle Vehbi Bey önde, çoluk çocuk arkada yola düştüler. Yollarda eşkiya baskınları oluyordu. İki jandarma onları koruyacaktı. Hekimhan’dan Malatya’ya iki günde gidiliyordu. Yola çıktıklarında arkalarına iki araba daha takılmıştı. Birinde iki çocuklu bir aile, öbüründe Malatya’daki kocasına gitmek üzere Sivas’tan gelen bir çocuklu genç bir kadın vardı. Akşamüstü Yazıhan’a varmışlardı. Jandarmalar Vehbi Bey’e “Yazıhan düzü ağaçsız kuraktır. Cehennem gibi sıçak olur. Yazıhan’da birkaç saat beklenir. Gece yolumuza devam ederiz.” demişlerdi. Vehbi’de “Pekala, sizler buraları daha iyi bilirsiniz” cevabını vermişti. Akşamüstü Yazıhan düzünün başlangıcındaki hana ulaştılar. Hepsi yıkanıp, yataklarına girdiler, yorulmuşlardı. Hemen uyudular. Jandarmanın biri kapıyı vurunca kalkıp kahvaltılarını yaptılar. Tek çocuklu genç hanım, eşkiya baskınları yüzünden gece yolculuğundan korktuğunu, gündüz gözüyle yola çıkmak istediğini söylemişti. Yalnız yolculuğun tehlikeli olacağı söylendiği halde kabul etmemişti. Jandarmanın biri “Yazık” dedi, “Biz varken tehlike yoktu, ama bile bile kendini tehlikeye atacak.” Gece Yazıhan düzünü ışığa boğan bir mehtap vardı. İki jandarma atlarıyla bir öne geçiyorlar, bir arkada kalıyorlar, durmadan yer değiştiriyorlardı. Düz ovaya uzanan ay ışığı, atlarının üstündeki jandarmaların gölgelerini büyüterek yere seriyordu. Gerçekten serin bir geceydi. “ Gündüz geçilse yanılır, tutuşulur” diyen jandarma haklıydı. Güzel, tatlı bir yolculuktu. Hadiye’nin başı yavaş yavaş yavaş kocasının omzuna düştü. Cahit’in başı dadısının dizine yaslandı. Çocuklarla Fatma daha önceden uyumuşlardı zaten. Şayan başını pencerenin kenarına dayadı. * * * Arabaları geniş kanatları ardına kadar açılmış bahçe kapısından içeri girdi. Büyük, beyaz boyalı üç katlı evin önündeydiler. Arabadan ilk önce Cahit indi. Açık kapıdan bahçenin içi görünüyordu. Yerde sarı bir halı mı seriliydi? Ortalık mis gibi kayısı kokuyordu. Bahçe kapısından içeri girdi. Yerde serili renkli şeyleri çok merak etmişti. Eğildi baktı. “ Aaa” Bunlar çekirdekleri çıkarılarak yere çimenlerin üzerine serilmiş kayısılardı. Solda büyük kızılcık ağacı vardı. Altında, musluksuz bir oluktan durmadan su, yalağını doldurmuş, kenarından bahçeye akıyordu. Yalağın suyunun üstünde yüzen kırmızı kırmızı kızılcıkların hiçbiri, kendilerini sudan dışarı atamıyordu. Hepsi oynuyor, suyla beraber dışarı taşmak istiyorlardı ama yalağın kenarlarındaki incecik çıkıntıya takılıp kalıyorlardı. Bir süre kendini masal dünyasında sanarak, oynayan, kıpırdayan fakat bir türlü suyun akışına kendilerini bırakamayan kızılcıklara baktı. Çeşmenin solu çiçek tarhlarıyla bölünmüştü. Arkası dış duvar boyunca uzayıp giden üzüm bağıydı. Salkım salkım üstleri buğulu üzümleri hemen koparıp, akan suyun altına tutarak yıkadıktan sonra oracıkta yemeyi düşündü. Fakat hayır, böyle kendi başına buyruk davranmak doğru değildi. Annesiyle kardeşleri henüz arabadan inmemişlerdi belki de. Koştu. İnmişlerdi. Hatta içeri girmişlerdi bile. Arabanın içindekileri vali konağının adamları taşıyorlardı. Büyük bir antrenin sağında bir salon, bir oda, solda da mutfak vardı. Salon çok sade hatta fakirce döşenmişti. Ama her taraf derli toplu ve temizdi. Annesi pencerenin önünde bir koltuğa oturmuştu. Dudaklarına götürdüğü sigarasını ateşlememişti. Bebeğe çok zararlı olduğunu bildiğinden sigarayı bırakmıştı. Sigarayı öyle eline alarak kendini oyalamaya çalışıyordu. Bir kardeşleri olacağını çocuklara söylediğinde çok sevinmişlerdi. Bir kız kardeşleri olursa adını Leyla koymak istiyorlardı. Bütün aile kısa sürede eve yerleşti. Cahit en üst kattaki, yemyeşil Malatya şehrini kuşbakışı gören üç pencereli odada artık yalnız yatmak itiyordu. Uyumadan kitap okuyacak, hatıra defterine günün olaylarını, bu olaylar karşısındaki hislerini yazacaktı. Sonra uzun uzun bahçelerdeki üzüm bağını ve bağın diplerindeki meyve ağaçlarını seyredecekti. Malatya ne kadar yeşildi. Bu, her evin bahçesindeki uzun boylu kavakların yeşilleriydi. Misafirliklerinin ilk akşam yemeği karı taraftaki Ahmet beylerin ikramıydı. Tepsiler dolusu sebze ve et yemekleri, çorba, börekler ve tatlılar… Annesiyle babası evin arka tarafında yeşil tepeye bakan odayı almışlardı. Kaya, Aydın ve Şayan, Cahit’in odasının karşısındaki odada yatacaklardı. Sadece karyolalar ve birer de komodin vardı odaların hepsinde. * * * Cahit annesinin yanına koştu. O soyunmuş, sırtını yastığa dayamıştı. Gözleri kapalıydı. Parmaklarının ucuna basarak çıkmak üzereyken annesi seslendi: “Uyumuyorum Cahit gel.” Annesi karyoladaki yatağı yere indirmişti. “Böyle daha mı rahat anneciğim?” “Evet, kardeşin yoruldu galiba. Hiç kıpırdamadan uyumakta.” “Kız olursa Leyla değil mi anne?” “Evet ama ben Aydın’a bir arkadaş, erkek çocuk istiyorum. Senin arkadaşın Kaya, beraberce oynuyorsunuz, okuyorsunuz. Fakat Aydın’ı pek yanınıza sokmuyorsunuz. Ona bir erkek kardeş gerekli.” “Aydın’ı çok seviyorum ama çok da kızıyorum çoğu zamanlar. Sevgili bebeğim Solmaz ’ı tahta arabasına koymuş, hem de benden izinsiz. Sokaktan eve geldiğimde başı parça parçaydı. O kırıkların arasında tek gözlü bebekle oynayamam ki!” Hadiye birkaç dakika dikkatle kızının yüzünü inceledi. “Galiba artık yakında bebek oynama yaşını bitirmiş olacaksın. Hep böyledir. Kızlar biraz büyümeye başlayınca bebekleri ya bir minder üzerinde ya bir dolapta unutulur, gider. On üç yaşını sürüyorsun güzel kızım. Boyun benim boyuma erişti. Vücudun gelişmekte. Neredeyse genç kız olacaksın.” Cahit gülümsedi. “Neredeyse bir genç kız olacaksın” sözleri yüreğine sokuldu. Sonra bütün vücuduna titreyişlerle yayıldı. “Biliyor musun Cahitçiğim, yaşın henüz küçük ama seni gören yabancılar on altı, on yedi yaşında sanıyorlar. Bakarsın bugünlerde görücüler gelmeye başlar. Ben şimdiden bu yoldaki istekleri karşımdaki insanları incitmeden nasıl reddedeceğimi düşünmeye başladım bile.” Cahit’in vücudunda o zamana kadar hiç tanımadığı yıldırım hızında bir ürperti dolandı. “Görücüler yani benimle evlenmek isteyenlerin gönderdiği aracılar mı?” annesi cevap vermeden neşeli bir kahkaha attı. “Onlara şöyle diyebilirsiniz. O hala zıp zıp, birdirbir, seksek oynayan bir çocuktur. Evlenme çağına ulaşması için en aşağı dokuz on sene gerekli.” Hadiye meraklanmıştı. Kızı ne demek istiyordu* “Bu Anadolu kasabalarında dediğin yaşa kadar evlenmeyen kızlara ne ad takarlar biliyor musun?” “Evet, evde kalmış kız kurusu derler. Ama ben hakkımda böyle sözler söylenmesine hiç kızmam, hiç de aldırmam. Çünkü benim evim evde kalınacak bir evdir. Başka evlere hiç benzemez. Ben bu evimin çatısı altında duyduğum mutluluğu başka yabancı bir evde bulabilir miyim sanıyorsunuz anneciğim?” hadiye kızının böyle düşünmesine sevindi. Kızının küçük yaşlarda evlenme meraklısı olmamasına her zaman sevinecekti. “Zamanı gelince bir küçücük yuva isteyeceksin bebeğim.” Malatya’da Hadiye’yle Cahit, iade-i ziyaretlere gidiyorlardı. Cahit ilk kez çarşaf giymek zorunda kalmıştı. Artık annesinin boyundaydı. Onun kadar boylu bir kızın yaşının henüz küçük olduğunu kim düşünebilirdi? Daha İstanbul’dayken diktirilmiş çarşaf ortaya çıkarılmıştı. Bu, nohut rengi ince yünlü bir kumaştan etek, üstü kasnak işlemeli bluzu ve tayyörüyle bir pelerinden oluşan bir takımdı. Ayağında amcasının gönderdiği dört punto topuklu, bordo renkli zarif iskarpinler, elinde bordo renkli çantasıyla gerçekten küçücük bir genç hanım olmuştu. Hadiye gözlerine inanamıyordu. Siyah ince peçesini sol yanağına doğru açan bu genç hanım daha dün doğmuş gibi gördüğü kız Cahit miydi? O gün yakın komşuları Ahmet Beylere gideceklerdi. Malatya’nın tanınmış, itibarlı ailelerindendi. Ahmet Bey’ in hanımı Macide Hanım güzel ve çok genç bir hanımdı. Hadiye “Belki kızımdan beş altı yaş büyüktür ama kucağında bir bebeği var” diye düşünürken ürperdi. Cahit’i hiç de böyle küçücük yaşta anne olmuş görmek istemediğini anladı. Bir kızın kendisi henüz çocukluk yaşlarındayken evlendirilmesi ne kadar hazindi. Bu yüksek iade-i ziyaretin üstünden henüz bir hafta geçmişti. Cahit’e komşuları Ahmet Bey ’in hanımı vasıtasıyla ilk dünür geldi. Cahit, Malatya eşrafından bir ailenin tek oğluna isteniyordu. Hadiye, Macide Hanım ’ın “Beyefendiyle bir görüşeniz” demesi üzerine gülümsedi. “Efendim o muhterem ailenin kızımı beğenmelerine, talip olmalarına son derece memnun oldum. Fakat Cahit henüz on üç yaşını sürmekte. Gerçekten henüz çocuk, hâlâ bebek olmakta. Yaşıtlarıyla birdirbir oynuyor, koşmaca oynuyor. İlk olarak burada çarşaf giydi. Kusura bakmayınız. Macide Hanım, evlenme işini henüz ne kızım, ne de biz karı koca düşünüyoruz.” O zaman Macide Hanım ağlamaya başladı. “Ne mutlu Cahit arkadaşıma ki onun sizin gibi anneyle babası var. Yoksa sizler de bizimkilere benzeseydiniz bir ay düğün dernek kurulurdu.” “Macide Hanım yavrum, siz bu güzel şehrin kızısınız; buraların töreleriyle yaşamak zorundasınız ama bizler ta nerelerde kopup gelmeyiz. Rumeli topraklarında kadınlar erkeklerin baş tacıdır. Ailelerde kız evlatlar hiç de erkek çocuklardan başka türlü yetiştirilmez. Bu yüzden zevcim bizleri hiç yadırgatmadı. Böylece her konuda olduğu gibi evlatlarımız konusunda da beraber aynı düşüncelere sahibiz. “ “Sizlere imrenmemek elimde değil.” Bu ilk talibin red cevabı alması sıraya dizilen isteyenleri fikirlerinden vazgeçirememişti. Kapılar her gün çalınıyor, kalabalık hanım gurupları, görücü veya istekle geliyordu. “Küçük hanımcığım niçin Hekimhan’da Cahit’e hiç talip çıkmadı? Doğrusu Malatya’daki bu taleplere çok şaştım. “ Hadiye küçük kahkahalarla gülmeye başladı. “İlahi Şayan, eğer Kayacığımız Cahit’in yaşında olsaydı o zaman isteyenleri sayamazdık.” “Pek anlayamadım küçük hanımcığım.” “Şayancığım, Hekimhan’da misafir gelenler ağızlarından bilmeyerek bunun nedenini kaçırıverdiler. Deniyormuş ki, ‘Kaymakam Bey ’in bir küçük kızı var, aman Allahım, o ne kara gözler, Allah’tan sürmeli, o kirpikler kara kara, ipek sanki; o dudaklar kiraz gibi.’” Şayan şaşırmıştı. “Ya Cahit’in mavi gözleri?” “Onu da söylediler, ‘Ama Kaymakamın gök közlü bir kızı var, gözleri çakmak ateşe benzer çakmakta.’ Anladığıma göre mavi veya yeşil göz makbul değil.” Malatya’daki sabah kahvaltıları Cahit’in çok hoşuna gidiyordu. Bir tabağa beyaz peynir ve taze ekmek koyarak bahçenin bağ bölümüne gidiyordu. Hep cebinde taşıdığı çakısıyla bir koca salkım üzüm kesiyor, bir arık kenarında toprak tümseğe oturuyordu. Ağaçlardaki meyve hırsızı küçük kuşların cıvıltıları altında, sabah güneşinin ılık dokunuşlarını ellerinde, yüzünde hissederek, üzüm, ekmek ve peynirden oluşan kahvaltısını yapıyordu. Sonra ‘kırk çeşit kayısı var’ dedikleri bahçede, kayısıların lezzetlerine baka baka dolaşıyordu. O gece babası şehirde gece kontrollarına çıkan jandarma kumandanıyla beraber yine teftişteydi. Kardeşleri, dadısı ve Fatma çoktan yatmışlardı. Cahit odasındaki lambayı yakmıştı. Elinde kalem hatıra defterine günlük olayları yazıyordu. Pencereden bir çırçır böceği girdi. Kocaman kalın kabuklu böcek lambanın ışığına gelmişti. Kendini yerden yere çarpıyordu. Cahit böcekten kurtulmak için lambayı söndürdü. Lamba söndüğü anda odasına açık pencerelerden mavi, keskin bir aydınlık dolu verdi. Pencerelerin yukarı kaldırılmış kafeslerin köşeli çizgileri maviliğin içinde siyah siyah yere uzanmışlardı. Pencereden görünen şehrin ışıkları, bu keskin maviliğin altında kaybolmuştu. Güzeldi, hava henüz gündüzün sıcaklığını bırakmıştı. Ilık ılık odadan içeri dolmaktaydı. Vakit vakit İstanbul’u, Balıkesir’i özlüyordu. Öyle duygulandığı dakikalarda içine sis halinde bir hüzün çöküyordu. Yine o hüzün çökmeye başlıyordu. “Annemi görmeliyim.” Annesi aşağı salonda yoktu. Bahçedeki çeşme başında da yoktu. Ev de bahçe de büyüktü. Bazen bir birlerini uzun süre kaybediyorlardı. Annesi kendi yatak odasındaydı. Odanın ışığı yanmıyordu. Oraya da ay ışığı dolmuştu. Şaşırdı. Annesi sigara içiyordu. Oysa hamileliğini anladığı gün sigaraya başlamıştı. “Anneciğim…” “Gel Cahit, evet, sigara içiyorum.” “Ama neden anne, neden?” “Efkarlıyım.” ”Sebep?” Birkaç sözsüz geçen dakika Cahit duyacağı cevabı merakla bekledi. “Baban.” Cahit öyle şaşırdı, öle şaşırdı ki. Adeta dili tutuldu. “Evet baban. Doğuma sanıyorum bir hafta veya on gün var. Bugün sabahleyin’ Hekimhan’a evimize dönmelisiniz. Hazırlansanız iyi olur’ dedi. Birdenbire havalar soğuyabilir, yollar kapanırmış.” Cahit şaşırmıştı. Bu, babasının böyle bir konuda kendi başına karar vermesine duyduğu şaşkınlıktı. “Ama babam bunu daha önce söyleseydi. Herhalde böyle kısa zaman için rahatımız bozulmazdı. Toparlanmak, yolculuk, yerleşmek. Şimdi yine toparlanmak, yolculuk, yeniden yerleşmek… Ne anlamı vardı ki? Belki bir ay kalacağımızı, burada mektebe gideceğimizi sanıyordum. Sonra anneciğim Hekimhan’da bir doktor değil bir sağlık memuru bile yok.” “Babanıza doğumdan söz edince ‘Doğum normal bir hadisedir karıcığım, köylü kadınlar tarlada doğururlar, göbeklerini iki taş arasında ezerler. Sonra bebeklerini entarilerinin eteğine sararak evlerine dönerler’ dedi.” Cahit’in tüyleri diken diken olmuştu. “Ama siz köylü kadın değilsiniz ki anneciğim. Babam bir buhran mı geçiriyor acaba?” “O muhakkak Cahitçiğim. Samsun’da karşılamaya gelen dostları tarafından burada unutulmak çok zoruna gidiyor sanıyorum. Fakat bu gizli üzüntüsü beni feda edecek kadar onu şaşırttı mı acaba?” Cahit annesine yaklaştı. Yatağa diz çöktü, elindeki sigarayı usulca aldı. Tablaya basarak söndürdü. “Anneciğim kendisiyle ciddi şekilde konuşmalıyız. Sizi feda etmesine imkan mı var? Babamın canısınız. Hayatından daha çok sevdiğine inanmıyorum. Sizi belki de bilmediğiniz bir şeylerden korumak istemektedir.” “Belki ama ben son derece üzgünüm.” Annesine sarıldı, o anne kokusu dediği kokuyu sigara kokusu karışmıştı. Aylardır annesinden sigara kokusu duyulmuyordu. “Bu yeni kardeşiniz öyle yaramaz öyle yaramaz ki, sanki o da benim kadar basına dargın.” Aşağıda kapının kilidinde dönen anahtarın sesi boş evin sessizliğinde yankılandı. Cahit yerinden fırladı, babası içeri girmiş, kapıyı kilitlerken karşıladı. “Babacığım sizinle konuşmam gerek.” “Hayrola Cacacığım.” “Hekimhan’a dönüş konusunda.” “Hem de fazlasıyla.” “Sende üzüldün mü?” “Annemden daha çok çünkü ben Malatyalıların sizi çok sevdiklerini, yüzlerce bir istida yazarak burayı vekil olarak değil de asil vali olmanız konusunda Ankara’ya yönlendirdiklerini Macide Hanım arkadaşımdan duydum. Ben de hayaller kurmaya başlamıştım. Burada ki mektepler de Hekimhan kız mektebinden herhalde çok daha iyidir diyordum. Buraya vali olacağınız da Macide hanım kesin gözüyle bakıyordu. ‘Beybabanız da bir Ankara’ya gitseler, bu iş hemen olur’ diyordu. Siz Ankara’ya gidecek misiniz babacığım. “Hayır kızım, ben Ankara’nın o kargaşasına karışmaktansa Hekimhan’da ebediyen kaymakam olarak kalmayı tercih ederim. Siyaset bulaşıcı bir hastalıktır. Bir kere tutulanlar bir daha kurtulamazlar. Sevmiyorum o işleri.” Demek ki babası Ankara’ya gitmeyecekti. Vali olmayacaktı. Cahit de mektebe gidip okuyamayacaktı. “Ama mebus olmuştunuz babacığım.” Hasbelkader evlâtçığım. Tümüyle siyasetin içine girildiğinde, insanların gerçek kimliklerini görüp şaşırıyorsun. Herkes kendi mevkiini sağlama alacak taraftarlar bulmak, onlarla iyi geçinmek, onlara menfaat temin etmek zorunda. Başka türlüsü olmuyor. O tecrübeler bana yetmemiş, bir şeyler öğrenmemişim demek ki. Arkadaş, dost sandıklarımın vaatlerine inanmış kanmışım. Hekimhan’a gitmemiz konusuna gelince yavrum. Ben sizlerden kaç ay önce Malatya’ya geldiğimde geceleri silah seslerinden uyumaya imkan yoktu. Ertesi günde teftişe çıkmaya başladım. Çok zorluklarla bu gece eşkıyalıklarının önüne geçebildik ama bu yaptıklarımız bazı kimselerin hoşuna gitmemiş. Kulağımıza bazı şeyler çalınmakta. Çoluğu çocuğu var, bizlerle oynamasın gibi sözler duyuyoruz. Ben de buranın bu gece eşkiyalarıyla esaslı bir uğraşa girmeye karar verdim. Fakat elim kolum bağlı olmamalıyım. Anlatabiliyor muyum evladım? Sen akıllı sözden anlayan bir kızsın. Gitmenizi istememin gerçek nedeni budur. Sizler olası bazı tehlikelerden rahatlıkla koruyabilmek düşüncesi…” Cahit babasına sarıldı, öpüştüler. Hâlâ kapı önündeydiler. Yukarı çıkmak üzere döndüklerinde merdivenlerin son basamağında oturan Hadiye ’yi gördüler. Öylesine konuşmaya dalmışlardı ki merdivenlerin ince gıcırtısını bile duymamışlardı. Hadiye kocasıyla kızına kollarını açmıştı. Onlar yaklaştıklarında güçlükle oturduğu basamaktan kalka bilirdi, üçü birbirlerine sarıldılar. Artık Hekimhan’a dönme kararı kesinleşmişti. En kısa zamanda gideceklerdi. Vehbi Bey vali konağında yalnız başına oturamayacaktı. Devlet hastanesinin hekimlere mahsus lojmanlarından birinde kalacaktı. * * * Hadiye iki gün süren yolculuk sırasında çok zor dakikalar geçirmişti. Yolun her tümseğinde araba sarsıldıkça bir eli Şayan’ın, bir eli Cahit’in elindeydi. Hekimhan’a vardıklarında akşamın geç vaktiydi. Havalar Malatya’ya göre çok soğumuştu. Araba kasaba meydanındaki evlerinin merdivenleri önünde durdu. Cahit ve Fatma önden fırladılar. Kapının kilidini Cahit açtı. Ortalığa bir baktılar, ev temizlenmişti. Sobalar kurulmuştu. Oturma ve yatak odasının sobası yakılmıştı. Cahit lambaları yaktı, bir seneden beri gaz lambalarının gazlarını doldurmak lamba şişelerini temizlemek vazifesini üstlenmişti. Hadiye dik merdivenleri yavaş yavaş çıktı. Evden içeri girince kapının yanında Vehbi Bey’in papuçlarını giyip çıkarırken oturduğu sandalyeye kendini bıraktı. Cahit annesine bir bardak su getirdi, sonra odaya girmesine yardım etti. Şayan’la Fatma ilk önce çocukları yukarı çıkardılar. Sonra eşyaları çıkardılar. Biraz sonra evlerinin karşısında oturan Garip Ağa’lardan tatlısıyla tuzuyla bir sini geldi. Çocuklar acıkmışlardı. Şayan hasta denilecek kadar yorgundu. Yol boyunca midesi bulanmıştı, başı dönmüştü. Cahit onun halini görünce yavaşça kulağına fısıldadı: “Sen yat ama önce bir tabak çorba iç. Ben çocuklarla meşgul olurum. Fatma da sofrayı kaldırdı.” Hekimhan’a dönmelerinin üstünden iki gün geçmişti. Gece Şayan ilk önce Cahit’i uyandırdı. “Siz bu gece odamızda yatın. Aydın’la Kaya’yı koynuna al, üşümesinler. Fatma da Nezir Ağalara kadar koşsun, onların ebe hanımı beklediğimizi söylesin. Döndüğünde sizin odanın sobasını yaksın.” Sonra mutfağa koştu, ocağı yaktı. Ateşin üstüne bir bakraç su koydu. Cahit Aydın’ı yatırdı, üstünü örttü, Aydın hemen uyudu. Fakat Kaya’yı yatıramadı. “Abla bebek mi doğacak?” “Galiba kardeşim…” “Annem ölür mü?” “O nasıl söz Kaya? Niçin ölecekmiş?” “Karnını kesecekler mi?” “Hayır, hem şimdi bu konuşmaların yeri değil. Yat uyu. Zaman en çabuk uykudayken geçer.” “Ben uyumak istemiyorum.” “Uyuma öyleyse.” “Annemin canı yanar mı?” “Hayır çiçekler açılırken canları yanar mı?” “Belki yanar ama biz onların dillerini bilmiyoruz ki. Kim bilir belki yanar. Abla, ben kız istiyorum. Adını Leyla koyarız.” “Senin istemenle olmaz ki…” Aralarındaki bu konuşmalar saatlerce sürdü. Camlı kapının ardında dadılarının telaşla konuşmalarını gözlüyorlardı. Cahit’in heyecanı korkuya dönüşerek artmaktaydı. Zaten yumruklarını sıkıyordu. Bazen dişlerini gıcırdatıyordu. Yine de Kaya ’yı avutmak için bir şeyler söylüyordu. Artık aradan ne kadar zaman geçtiğini ölçemez olmuştu ki dadısı yanlarına geldi. Eğilerek ikisini de öptü. Gözleri yaşlı ama yüzü güleçti. “Gözünüz aydın çocuklar, bir erkek kardeşiniz dünyaya geldi. Anneniz sizi görmek istiyor, haydi bakalım.” İki kardeş sarılı oldukları yorganları altından ayağa fırladılar. Ayakları çıplaktı. Şayan’ın “ Terlikleriniz…” diye seslenişini bile duymadılar. Ailelerinin odasına girdiklerinde yanan birkaç lambanın ışığı gözlerini aldı. Bir an duraladılar. Cahit annesini gördü. Meydana bakan pencerelerinin önünde, kerevetin sol başında sırtına yastıklar dayalı yarı oturur vaziyetteydi. Azında bir sigara vardı. Yüzü öyle güzel, öyle güzeldi ki sanki gündüz gördüğü annesi değildi. O yorgun, kederli yüzü şimdi ışıklı gülücüklerle gençti, pırıl pırıldı. Gözlerinin içi bile gülmekteydi. Onların duraladıklarını görünce, sigarasını tablaya bıraktı, kollarını açtı. Kızları bu açık kolların arasına koştular. Kollar ikisini birden kucaklayarak göğsüne bastırdı. Öpüp kokladı kızlarını. Kızlarda annelerini öptüler. “Kardeşinizi görmek istemiyor musunuz?” Hadiye küçük oğlunun adını Yusuf Yılmaz koymuştu. Ablasının güzel oğlunu çok severdi. Şimdi onun adını oğluna vermişti. “Yusuf paşa karyolada, gözleri de fincan gibi maşallah. Açık göz bir şey olacak, baksanıza uyanık.” Kaya yüksek pirinç karyolada yatan kardeşini görmek için parmaklarının üzerine kalktı. Cahit sadece başını eğdi. İlk önce iri iri mavi gözleri gördü. Bu gözlerde tatlı, sıcak bir bakış vardı ki Cahit’in yüreği sevgiyle tutuşup yandı. Yusuf’u sevmişti, hem de öyle birdenbire içini dışını saran bir sevgiydi bu. Birdenbire köklenen, birdenbire perçinlenen sevgiyi ömründe ilk kez duyuyordu. Kaya’yı da çok seviyordu. Aydın içinde yanıp tutuşuyordu ama başının üstünde altından bir ipek örtü benzeri sarı saçlı, kocaman mavi gözlü bu bebek başkaydı. Parmağını uzattı, Yusuf o parmağı yakaladı. Öyle kuvvetle sıktı ki Cahit sevincinde uçacaktı. İkisi de bebek kardeşlerine bebekçe sevgi sözleri sıralıyordu. O gece uyumadan önce Cahit yüreği sevinçle titreyerek düşündü. Artık ailenin büyük çocuğuydu. Kendisiyle en küçükleri arasında iki kardeş daha vardı. Fakat sanki Yusuf annesinin değil de kendi doğurduğu bir bebekti. Ona öyle bir sevdayla bağlanmıştı. Annesi bebek dünyaya getirecek diye Cahit de bebeği Solmaz’ı kundaklayıp pencere içindeki yatağına yatırmıştı. Omzunda mavi boncukları takılı çift bir yıldız altınıyla nazarlığı bile vardı. Yusuf’un doğumundan sonra birdenbire farkına vardı. Kundağa sarılı bebeğine bir kere olsun bakmamıştı. Kundağını da değiştirmemişti. Birdenbire bir gerçeği kavramıştı. Artık taş bebekle değil gerçek canlı bebekle uğraşmaktan hoşlanıyordu. Minik Yusuf onun yüreğinde gizli annelik hislerini uyandırmıştı. Anlamıştı ki artık çocuk değildi. Büyümüştü. Yusuf’un doğumundan iki gün sonra Vehbi Bey aniden geliverdi. Bir de müjdesi vardı: Artık geri dönmeyecekti. Malatya valiliğine bir başkası tayin olmuştu. Belki kendisi için bu verilecek bir müjdeydi ama Cahit’in içinde bir yerler parçalandı, dağıldı, un ufak oldu. Bunlar olmayacağını bildiği halde gizli, gizli kurduğu okumak hayalleriydi. Fakat Vehbi Bey ailesinin artık Jules Verne’in Issız Ada ’sın da ki ailelerden bir fark kalmamıştı. Unutulmuşlardı. Vehbi Bey kendine karısıyla birlikte bir yol çizmişti. Diyarbakır’a baba ocağına gideceklerdi. Yolunu çeviren dostlarıydı. Şimdi ise hiçbiri onu arayıp sormuyorlardı bile. Çocuklarına verilecek cevabı yoktu. Ne diyebilirdi ki? Hep düşünüyordu. Ancak kurtuluş çareleri ararken yuvasındaki sıcaklık, çevresindeki çocuklarının sevgi çemberi, karısının şefkat ve samimiyet dolu sevgisi ona yeterli gelmeye başlamıştı. İstanbul’daki korkunç hayat şartlarından kurtulmuşlardı. Rahattılar. Sıcaktaydılar. Yiyecekleri, içecekleri boldu. Saygın kişilerdi. Seviliyorlar, baştacı ediliyorlardı. Zaten insan dünyada bundan iyisini bulabilir miydi? Fakat çocuklarının tahsil görebileceği görgülerini artıracaklarını hiçbir olanak yoktu bulundukları yerde. Onlara karşı vazifeleri vardı. Burada hangisi yerine getire bilirdi? Düşündükçe olumsuzluklara saplanıyordu. Ancak yine de hayatlarının teselli buluna bilecek yönleri vardı. Hepsi mutluydular. Hadiye dört çocuğunu aydınlık bir metotla yönlendirmeyi başarıyordu. Cahit’e halı tezgahı kurmuştu. Kısa sürede becerikli parmakları usta işçilerden daha çabuk ilmik atmaya başlamıştı. Kardeşi Yusuf Yılmaz’ı dadısına bırakmadan bakıyordu. Temizliğiyle, beslenmesi ile uykularıyla ilgili küçük bir anneydi Yusuf Yılmaz için. Fakat Cahit’in coşkun neşesi yavaş yavaş küçülüp duruyordu. Şarkı sesleri hemen hemen yok olmuştu. Okuyor, halı dokuyor,şişlerle yün çoraplar, çocuklara hırkalar işliyordu. Evin bir çok vazifesini kimse söylemeden, buyruk verilmeden yapabilen bir makineye dönüşmüştü. Vehbi Bey bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Hadiye ise çok daha başka türlü çareler bulma hesapları içindeydi. Meclis den gelen resmi cerideleri satır satır okuyordu. Ceridelerin birindeki bir yazı başında çağrışımlar yaptı. Diyarbakır’daki Kürt isyanını bastırmaya Umum Jandarma Komutanı Ahmet Zeki Paşa tayin edilmişti. Yakında hazırlanıp askeriyle birlikte Diyarbakır’a hareket edecekti. Ahmet Zeki Paşa annesi Seher Hanım’ ın amcasının oğluydu. Şimdi Ankara’daydı. Diyarbakır’a doğru yola çıkmadan onu bulabilir miydi ? “Taş atmakla kol yorulmaz” diye gülümsedi. Daha bunları düşünürken yazacağı mektubu tasarlamıştı bile. Hemen yazdı. Mektup uzun değildi. Hekimhan’a, Vehbi Bey’ in valiliğine basamak olacağı vaadiyle tayin edildiklerini, fakat üç buçuk senedir aslında büyükçe bir köy olan bu yerde Ankara’ca unutulduklarını anlattı. Hiç olmazsa Antalya kazalarından birini tayinlerini teminini kendisi ve kocası için değil de köyde yetişmelerini istemediği çocuklarının gelecekleri için ricada bulundu. “Halanız Seher hanım Selanik’ten mübadele yoluyla Antalya’ya geldi. Çiftlik, bahçe ve evler almış. Ona yakın bir kazaya naklolunabilirse Antalya’daki okullardan yararlanabilir, çocuklarımı okuturum” sözlerini de mektuba ekledi. Bu mektuptan hiç kimseye söz etmedi. Onların ümitlenmelerini ve bu ricası yerine getirilmediği takdirde üzülmemelerini istiyordu. Sonra sabırla , ümitsizce beklemeye başladı. Beklediği günler birer ay kadar uzundu. * * * “Cahit iskambillerini bana verebilir misin?” Cahit sevinçle baktı. Annesi hiç de “ Gel de beraberce iskambil oynayalım” diyecek bir yüz ifadesi taşımıyordu. Annesinin de kendisi gibi fallardan medet ummaya başladığını düşündü. İskambilleri annesine uzattı. Hadiye öylesine başka bir alemdeydi ki karşısında olduğu halde Cahit’i görmüyordu sanki. Cahit biraz gerileyerek annesinin neler yapacağını göz ucuyla gözledi. Hadiye kartları kutusundan çıkardı, bir süre desteyi kardı. Kartların yerlerini değiştirdi. Sonra önündeki minderin önüne tek tek açmaya başladı. Fal bakıyordu. İçini çekti. Ne bekliyordu, neyi ümit ediyordu ki olup olmayacağını faldan öğrenmek istiyordu. Güldü. Acı buruk bir gülüştü bu. Geceleri Vehbi Bey, Victor Hugo’nun “Sefiller” adlı harika romanını okuyordu onlara. Cahit dinledikçe bu yazara tutulmaya başlamıştı. Tutulduğu bir de büyük Rus yazar Maksim Gorki vardı. Bir resmini büyük mecmualardan keserek yatağının dayandığı camlı dolabın iç kapağına yapıştırmıştı. O dolapta Hakkı Bey dayısıyla Fuat amcasının da resimleri vardı. Türk yazarlardan da Reşat Nuri’nin, Ömer Seyfettin’in gazetelerden kesilmiş resimleri asılıydı. Tevfik Fikret’in ince uzun bir şiir kitabı “Haluk’un Defteri”de o dolaptaydı. O dolap Cahit’in dünyasıydı ve bu dünya her gün biraz daha büyüyor, genişliyordu. Sevdiği yazarların eserleri dolabın alt tarafında sıralıydı. Üst raflarda ise sevdiği ve yangından kurtarılan oyuncaklarından iç içe yumurtası, birkaç minik bakır tencere, yine minik bardaklar, kahve fincanları diziliydi. Yaşadıkları daracık çerçevenin dışına çıkabilmek için dolabın cam kapaklarını açması gerekiyordu. Yoksa boğulacağını sanıyordu. Hadiye’yle büyük kızı öğleden sonra misafirliklerinden birindeydiler. Uzun ve tatlı saatlerden sonra akşam ezanı okunmaya başlayınca, ev sahipleri de Cahit’e annesi de şaşırmışlardı. Vaktin ne çabuk geçtiğini fark etmediklerini söyleyerek aceleyle kalktılar. Oda kapısından sahanlığa çıkacaklarında orada kendilerini bekleyen olaydan habersizdiler. Oda kapısı açılınca ev sahibi hanım çığlığı bastı: “Amaniiinnn…” Hadiye ile Cahit ilkten ne olduğunu anlayamadılar ama sonra konu açıklandı. “Hem misafirlerimizin hem de ev halkının bütün pabuçlarının çingeneler çalmıştı.” Yapılacak hiçbir şey yoktu. Cahit içinden “ İyi ki amcamın gönderdiği yeni iskarpinlerimi giymemiştim. Yoksa şimdiki gibi gülemezdim” diye geçirdi. Ev sahipleri misafirlerinin ayaklarına kış terliklerini giydirdiler. Hadiye’yle Cahit neşeyle eve döndüler. Kış, kar diye en eski pabuçlarını giymişlerdi. Ev sahiplerini elden geldiğince teselli bile etmişlerdi. Vehbi Bey evdeydi. Yüzünde sevinçli bir gülümsemeyle onları karşıladı. Yemek hazırdı zaten. Böyle soğuk gecelerde yemek odasında yemek yemiyorlardı. Soba başına Hekimhan usulü yer sofrası kuruluyordu. Yere kalın pamuklu el tezgahında dokunmuş sofra bezi seriliyordu. Ortasına alçak ve arkalıksız sandalye konuyordu. Üzerine çok büyük bir kalaylı bakır sini oturtuluyordu ve herkesin çatal, bıçak, tabak ve bardakları tıpkı yemek masasında olduğu gibi sıralanıyordu. Şayan sininin ortasında mavi çorba kesesini koydu. Vehbi tere yağ tabağından büyük bir topak yağ alarak çorbanın içine bıraktı ve uzatılan tabaklara paylamadan içinde tere yağ topağı yüzen çorbayı kepçeyle birkaç kez karıştırdı. Sonra herkesin tabağına verdi. Cahit gittikleri evden neden terliklerle döndüklerini anlatırken yavaş yavaş öbür yemeklere de sıra geldi. O İstanbul’da, Balıkesir’de zorla yemek yiyen, iştahsız Kaya’ ya Hekimhan’ın temiz havası yaramıştı. Artık zevkle yemek yiyordu. Yanakları elma elmaydı. Aydın’da uzamaktaydı. Yılmaz bebekse henüz annesinin memesini emiyordu. Yemek bittiğinde Fatma herkese birer sabunlu, birer de duru suyla ıslatılmış el bezi getirdi. Böylece uzun, soğuk ve yarı karanlık sofayla koridoru geçirip el yıkanmaktan kurtulunacaktı. Cahit dadısının sobanın mangala çektiği kor kömürlere ikilik cezveyi sürdü. Çok güzel köpüklü kahveler pişirmeyi öğrenmişti. Babasıyla annesine kahvelerini sundu. Dadısının sofra toplayışına yardım etti. Geceleri su içilecek sürahiyi doldurup getirdi. “Hava çok soğuk, bu gece siz de bizim odamızda yatsanız iyi olur” diyen Hadiye’ye Cahit’le Kaya peki dediler. Şayan büyükleriyle bir odada yatmaya utanıyordu. Fatma istese bile Şayan bırakmadı. Müthiş horluyordu. Yılmaz uyanmıştı. Agular, bir takım sevimli sesler çıkararak ayağını ağzına çekmeye uğraşıyordu. Aydın köşesindeki minderde uyumuştu. Cahit onun üstüne bir battaniye örttü. Artık gecenin en zevkli dakikaları başlayacaktı. Babası Aydın’ın yattığı minderin öbür yanına oturacaktı. Annesi sigarasını içecekti. Sonra o da bir köşedeki mindere yerleşecekti. Cahit’le Kaya üzerinde lambanın durduğu Münir’e Hanımefendiden yadigar sedef kakmalı ceviz sehpanın karşı tarafına oturdular. Babası yavaş yavaş pencerenin içindeki kocaman siyah ciltli kitaba uzandı. Kitabı dizlerinin üzerine koydu. Gözlüklerini taktı, sayfa arasındaki belleği bularak sayfayı açtı. Ortalıkta çıt yoktu. Dışarıda sessiz bir tipi başlamış olmalıydı. Öyle geceler köpekler ulumazdı. Bütün kasaba uykuda olurdu. Odalarında, sobadan çıkan çıtırtılarla Yılmazın aguları duyulmaktaydı. Vehbi Bey hafifçe öksürdü. Bu başlıyor sinyaliydi. Cahit ve Kaya kıpırdamaya korkuyorlardı. Ve babaları okumaya başladı. “Jean Valjean Tanerdie’lerin kulübelerine gideceği için telaşlıydı. Cosette’i orada bulunacağından kesinlikle emindi. Cosette’in annesine öz vermişti. Kızını bulacaktı. Yollar buzluydu. Ayak sesleri sokakta akisler yapıyordu. Cahit irkildi. Sessizlikte ayak sesleri vardı. Tıpkı Jean Valjean’ın buzlanmış karlara basarken seslere beziyordu… Garç… Garç…Garç… “Babacığım, biraz durur musunuz? Birden bire Jean Valjean bize geliyormuş hissine kapıldım. Dinler misin ? Bizim eve doğru gelen ayak seslerini duyuyor musun?” Dinlediler, gerçekten sokağın buzlarını eze eze yaklaşan ayak seslerini duydular. Sonra değişen ayak seslerini işittiler. Bu sesler merdivenleri çıkıyordu. Cahit yerinden fırladı: “Behzat efendi geliyor. Ama posta günü değil ki.” Oda kapısına koştu, dışarı çıktı. Sokak kapısının arkasında gerçekten Behzat Efendi durmaktaydı. Elindeki küçük kağıt parçasını sallıyordu. Cahit kapının kilidini çevirmek üzere tuttu. Demir eline yapıştı. Aldırmadı, anahtarı çevirdi. Kapıyı açtı. İlk önce sıcak vücuduna zehir zemberek soğuk hücum etti. Ona da aldırmadı. “İyi geceler Behzat Efendi, hayrola gecenin bu saatinde?” Behzat Efendi üzgün bir sesle cevap verdi: “Valideniz muhterem hanımefendiye Ankara’dan Umum Jandarma Komutanlığı’ndan bir telgraf var.” Cahit öylesine şaşırdı ki. Aklında Paris’in buz kaplı sokaklarında ayak sesleri garç garç garç öten kocaman öten kocaman bir Jean Valjean vardı. Bu başının her yanını kaplayan sesler, renkler ve ürpertilerin arasında Behzat Efendi ’nin kederli sesi kama benzeri saplanmıştı. “Hanım kızım anlamadın mı acaba? Valideniz hanımefendiye Ankara’dan bir telgraf, hem de acele kelimesi eklenmiş bir telgraf var. Acele olmasaydı sabah getirirdim ama acele denilmiş, buyrunuz. Haydi sen bir imza atıver, olur biter. Soğukta kapıyı açtık, eviniz soğuyacak.” Behzat Efendi’ nin sesi çok acılıydı, üşümüştü herhalde. Uzattığı deftere Hadiye diye diye annesinin imzasına benzer bir imza etti. “ Sağ ol Behzat Efendiciğim. İyi geceler. “Hoşça kalın.” “Hoşça kal.” Behzat Efendi merdivenleri ininceye kadar Cahit bekledi. Merdivenler cam benzeri buz kaplıydı. Düşer diye korkuyordu. Fakat Behzat Efendi dikkatle yavaş yavaş indi. Son basamaktan sonra döndü, el salladı. Ses uzaktaymışçasına hafif duyulmuştu. “Gir, içeri gir kızım üşütme.” Cahit içeri girdi ama Behzat Efendi’nin postaneye doğru gidişini gözledi. Sonra kapıyı kilitleyip sürgüsünü sürdü. Oda kapısından içeri girdiğinde hepsinin merakla beklediğini görünce telaşlandı. “Affedersiniz geciktim. Behzat Efendi anneme bir telgraf getirdi.” Cahit annesinin Balıkesir’e gelen telgraflar yüzünden telgraf kelimesinden bile ürktüğünü biliyordu. Acele acele sıraladı: “Size anneciğim, Ankara’dan. Umum Jandarma Kumandanlığı’ndan. Buyurun, ben imzaladım.” Telgrafı annesine uzattı. Cahit şaşırdı. Annesinin rengi bembeyaz olmuştu. Aldığı telgrafı tutan elleri titremekten kağıdın katlarını açamıyordu. Yavaşça eğildi, annesinin elindeki telgrafı aldı. Usulca, telaşsız dikkatle açtı ve okudu: “Muhterem Hadiye Hanımefendi, Mektubunuzda bahis konusu olan meselenin bugüne kadar ihmal edildiğini anlamakla derhal faaliyete geçildi. Uğranılan haksızlıklar da dikkate alındı ve sizi belki memnun edecek tefşiratım şöyledir: Muhterem eniştenizin Alanya Kaymakamlığına tayini Dahiliye Vekaleti’nden çıkarılmıştır. Malatya Valiliği’ne tebligat yapılmıştır. Bu hususta başkaca emrinizi beklemekteyim. Doğu Jandarma Kumandanı Ahmet ZEKİ.” Cahit sustuğunda ilk önce çıt çıkmadı. Sonra ilk çığlık atan kendisi oldu “Kurtulduk, kurtulduk…” Sonra koştu kendini babasının göğsüne attı. Ona sarıldı, öptü. Babası o tatlı, sıcak gülümseyişiyle kızının çılgın sevincini yatıştırmaya çalışıyordu. “Sen anacığına teşekkür et. Anlaşıldığına göre belki olmaz, netice çıkmaz diye bu müracaatından bizleri haberdar etmedi herhalde.” Cahit annesine sarılmak için babasından koptu. Aydın uyanmıştı. Ablasının bağırmasından korkmuştu. Şayan onu yatıştırmaya koştu. Bir taraftan burnunu çeke çeke ağlıyordu. “Dur dur deli kız, kendime geleyim.” “Gerçekten bir cevap çıkmaz korkusuyla Zeki Paşa’ ya yazdığım mektubu söylememiştim” “Allaha şükürler olsun küçük hanımcığım. Bu akrabanız çok vefalı bir kimseymiş. Allah razı olsun. Bizi buralardan kurtardı.” Cahit birdenbire “Kurtulduk, kurtulduk” diye bağırışına pişman olmuştu. Bu açıkça bir nankörlüktü. Üç buçuk yıl Hekimhan onları sağlıkla yedirmiş, içirmiş, rahatlıkla büyütmüştü. Hekimhan bir de güzel kardeşleri olmasına yardım etmişti. İstanbul’da olsalardı o günlerde dünyaya bir çocuk getirir miydi annesi? Yatakta hâlâ uyumayan Yılmaz bebeğe baktı. Yüksek sesle söyledi.: “Hekimhan senden kurtulduk dediğim için özürdilerim, hem de yüzlerce kere af dilerim. Daha şimdiden için yanmaya başladı. Ayrılacağımız için üzgünüm Hekimhan, bağışla beni.” Hadiye sessizce ağlıyordu. Vehbi’nin gözleri nemlenmişti. İki de bir burnunu siliyordu. Şayan hem ağlıyor, hem de ne söylediği anlaşılmayan bir şeyler mırıldanıyordu. Biraz sonra odanın içine mis gibi bir kahve kokusu dağıldı. Şayan büyük beşlik cezveyi mangala çıkardığı korlara sürmüştü. “Sinirlerimizi ancak böyle köpüklü bir kahve yatıştırır, değil mi küçük hanımcığım. Kayacığıma bile pişirdim.” Aydın’ın kocaman sesi duyuldu: “Ben de kahve isterim dadı.” Kahveler içildi, Hadiye’ nin Şayan’ ın gözyaşları dindi. Heyecanları duruldu, ancak o zaman gelen habere sevine bildiler. İlk konuşan Şayan’dı. “Bu kışta kıyamette nasıl yolculuk yaparız küçük hanımcığım?” “Sen buralara bakma Şayancığım, Akdeniz kıyılarda bahar başlamıştır bile. Hem hemen yarın yola çıkacak değiliz. Öyle değil mi Vehbiciğim?” “Ankara’dan Malatya’ya tayin emrimiz gelecek, oradan bir de tebligat yapılacak. Hakkın var, yarın yola çıkacak değiliz. Hakkımızda hayırlısı olmasını diliyelim. Demek ki bizlere yeni yollar göründü.” “Yoksa görünen yollar sevgili babacığımı memnun etmedimi?” Vehbi güldü. Gülüşü sevimli olduğu kadar da sevinçliydi de. “Yoo, hayır, çok sevindim. En çok da çocuklarım ve karımın namına sevindim. Çocuklar okullarına, Hadişim de anacığına kavuşacak.” “Evet anneciğime kavuşacağım. Annem Antalya’ya geleli aylar oldu. Ona istediğim dakikada kavuşamayacağımı bildiğimden bir kere olsun hasret kelimesini ağzıma almıştım. Ama şimdi galiba bekleyemeyecek kadar özlediğimi söyleyebilirim. Çünkü çevremizdeki Çin Seddi geçit verdi. Tayin emrimiz hemen gelirse, ki Ankara’dan bu emrin hemen yerine getirilmesi de söylenmiştir sanıyorum, hiç kış, fırtına, soğuk dinleyemem. Biz kendi vatanımızın içindeki gurbetlerdeyiz ama anacığım koparıldığı topraklardan ayrı düşmenin gurbetindedir. Kim bilir ne kadar yalnızlık çekmektedir.” “Öyleyse emrimiz gelir gelmez yola çıkacağız” Cahit son derece rahatsız bir gece geçirdi. Hiç aklına gelmeyen başına gelmişti. Hekimhan’dan geçirdiği bütün günler, geceler birer birer canlanıyordu. Hekimhan’daki yılların bir muhasebesini yapıyor gibiydi. Üç buçuk yıl daha büyümüştü. O zamana kadar hiç bilmediği bir çok şeyler öğrenmişti. Hekimhan sanki bir mihenk taşıydı. Kendini mihenk taşına vurmuştu. Kârını, zararını ölçüyordu. Bir kere Balıkesir’de başlayan doğa beraberliği Hekimhan’da doğayla sarmaş dolaş oluşa dönmüştü. Bağlar bahçeler konusunda sayısız bilgi edinmişti. Ağaçları yapraksızken bile tanıyordu. Hayvanlarla haşır neşir olmuştu. Sonra artık hamur işlerinde ustaydı. Yün işleri öğrenmişti. Nakış çoraplar işliyordu. Halılar, çok güzel nakış halı yastıkları, seccadeler dokumuştu. Okumuştu gece gündüz. Güzel yaz geceleri lambasının etrafını saran yüzlerce pervanenin kanat sesleri arasında okumuştu. Sonra beyaz geceliği sırtında dama çıkarak kendisinde önce uyuyan annesinin, babasının, kardeşlerinin yanındaki yatağa uzanarak, başına düşecekmiş gibi yastıklarda şimşeklenen yıldızları seyrederek saatlerce düşünmüştü. Yayla gecelerinin kuru serinliğinde her nefesinde bol oksijen soluklayarak uyumuştu. Sabahın ilk güneş ışıklarının saçlarını okşadığı dakikalarda uyanmıştı. Bunu bir şehir kızı bilmezdi. Başının içinde öyle bir soru yanıt koşusu başlamıştı ki, soru soranda kendisidi cevabı yetiştirende. Sanki kendisi değil de imtihanda talebeydi. Uyumadan önce yine sordu. Bütün bu öğrenme hevesleri niçindi? Bilmiyordu ama yine de memnundu. Balıkesir’de, Hekimhan’da birazcık da Malatya’da kalarak, bütün bu arı benzeri topladıklarından bir damlacık bal öğüte bilecek miydi? Uyumak üzereydi mırıldandı: “Seni seviyorum Hekimhan. Eğer hayat beni başka yerlere çağırmasaydı, ben de gitmek zorunda olmasaydım senin sıcaklığında ömrümü geçirebilirim kocaman kocaman yıldızların parladığı geceleri nasıl unuta bilirim? Karla örtülü alanlarında uzandığım beyazlıkların içinde kendi boyumun gördüğümü nasıl unutabilirim? Okul dönüşlerinde bağlarla Hekimhan arasında çay kudurup taştığında köylülerin karşı yakaya geçmek için iki yaka arasına atıkları kavak üstünde cambaz gibi yürüyerek geçimi unutabilir miyim? Unutmayacağım seni Hekimhan. Seni çok seviyorum, sana şimdiden sen de beni unutma diyorum. Beni gök gözlerim için sevmemiştiniz ama ben kara gözlü Hekimhanlıları çok sevmiştim. Sana şimdiden elveda diyorum, elveda. Sen babamı da unutmayacaksın. Büyük hükümet konağı ile sık sık taşan çayı geçmek için size bir de köprü yapmıştı. Unutmayacaksın değil mi? Bize gönlünle izin ver de yolumuza gidelim. Tekrar elveda Hekimhan. Sayfa 425 . . . Kaynak : Bir İmparatorluk Çökerken ( Anı , 1995, YKY ) Editör: Mahir KALAYLI – 2003 Yorumlar yorum yapılmış...